Ahh Dâvâm!

Ahh Dâvâm!
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

SORU : Dâvâ adamı olmanın ve mefkûre yörüngeli yaşamanın çerçevesi nedir?

CEVAP : Kullana kullana kabullendiğimiz “mefkûre” kelimesi hedef, gâye, ideal ve gâye-i hayâl gibi mânâlara gelmektedir ve bazıları “mefkûre” yerine “ideal” ya da “gâye-i hayâl” demeyi tercih etmektedirler. Aslında bu kelimelerin hepsiyle de hemen hemen aynı mânâ ifâde edilmekte; insanın, bir gâyeye bağlanması, bir dâvâya adanması, yüksek bir hedefe kilitlenmesi ve oturup kalkarken, yerken içerken bile o gâyeyi, o dâvâyı ve o hedefi düşünmesi nazara verilmektedir. Evet, dâvâ adamları ya da mefkûre insanları, bazen mefkûrelerine göre önemsiz işler yapsalar da, onları hep tâlî şeyler olarak görür, onlara ancak ihtiyaç nisbetinde zaman ayırır ve ilk fırsatta tekrar asıl vazifelerine yönelirler. Mesela, Enbiyâ-ı İzâm efendilerimiz tebliğ ve irşad vazifesini hayatlarının gâyesi bilmiş ve ömürlerini o gâyeye göre örgülemişlerdir. Şu kadar var ki; Peygamberlerin bağlandıkları dâvâya mefkûre, ideal ya da gâye-i hayal denemez. Onlarınki bir vazife ve sorumluluktur. Onların, bu vazifelerini herhangi bir çerçeve içine koymaları ve kendilerine göre değerlendirmeleri mümkün değildir. Çünkü o Allah’ın takdir ve tercihidir. O şahısları peygamber olarak seçme, onları vazifelerinin büyüklüğüne göre donanımlı olarak dünyaya gönderme ve onların kendilerini Hakk’a adamalarını temin etme gibi hususların hepsi Cenâb-ı Hak’tandır.

Nasıl bir gâye?

Peygamberler, Hak erlerinin en başta gelen zirve insanlarıdır ve onlar dini en üst seviyede temsil edebilecek bir fıtratta yaratılmışlardır. Fakat, onların altındaki insanlar için dini en mükemmel şekilde yaşamak ciddi bir irade ve gayrete bağlıdır; dinin emirlerini arızasız, eksiksiz ve kusursuz olarak, Cenâb-ı Hakk’ın tayin ve takdir buyurduğu af alanına giren yerlerde bile nefse karşı müsamahasız davranarak yaşamak da bir mefkûre olabilir. Bununla beraber, din kolaylık üzerine vaz’ edilmiştir, onu şiddetlendiren ve ağırlaştıran kendi aleyhine bir iş yapmış olur ve yenik düşer. "Bu din kolaylıktır. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; (insan ne yaparsa yapsın yine de mutlaka bir kısım eksik ve kusurları vardır ve) galibiyet dinde kalır" mealindeki hadis-i şerif de bunu ifade eder. Öyleyse, dini yaşanmaz hâle getirmemek lazım. Kolaylık üzere bina edilmiş ve müsamahaya dayalı gelmiş bu dinde pek çok af alanı bulunduğunu, namazda da, oruçta da, haccda da af alanları var olduğunu bilmek lazım. Bu açıdan, dini yaşamayı bu espri içinde ele almak gerekir. Ancak, dini mükemmel şekilde yaşamak da insan için bir mefkûre hâline getirebilir. İnsan “Allah’ın izniyle, namazımı şu şekilde kılayım, orucumu şöyle tutayım, imkanım elverdiği ölçüde insanlara şu kadar yardım edeyim..” diyerek kendine daha büyük hedefler belirleyebilir. Hususiyle günümüzde önem arz eden, bütün ferdî vazifelerin önüne geçen ve Üstad’ın “farz içre farz” şeklinde işaret ettiği tebliğ ve irşad vazifesine daha bir tutkuyla bağlanabilir. Öyle ki, yatıp kalkıp hep onu düşünür, “Acaba ne yapsam ki, tavır ve davranışlarımı dinim adına daha faydalı hâle getirsem? Keşke hiç durmadan insanlara Rabbimi anlatsam, sürekli Peygamber Efendimizden bahsetsem. Sesimi her yere ve doğru bir şekilde duyursam. Doğru düşünsem, doğru şeyler söylesem ve söylediklerimi hâlime de aksettirerek dinimi doğru temsil etsem. İnsanlar benim eksik ve kusurlarımı görerek dini yanlış algılamasalar.” diyebilir.

İşte, hayatını böyle bir gâyeye bağlayan insan, zamanla kendi kusurlarını da görmeye başlar. Dolayısıyla, dini hayatı, hâl ve tavırları adına eğrilmeye, eksik ve kusurlara girmeye çok fazla fırsat vermez kendi nefsine; dikkatli yaşar, iradesinin hakkını verir. Belki bazen nefis ve şeytandan gelen bir kısım cismânî ve bedenî arzu oklarına maruz kalabilir. Fakat, bağlandığı gâye onun yanlış adım atmasına mani olur. Mefkûre duygusu o insanda ihsan şuurunu tetikler. Allah’ı görüyor ya da O’nun tarafından görülüyor olma mülahazası herhangi bir günah ihtimaline karşı onu hemen teyakkuza çağırır. Hani, Hazreti Ömer (radıyallahu anh) devrindeki iffet abidesi delikanlıyı hatırlarsınız. O genç bir yerde günaha karşı hafif bir temayül gösterecek gibi olunca birdenbire “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara şeytandan bir dürtü ilişince, hemen düşünüp kendilerini toparlar, basiretlerine tam sahip olurlar.” (A’raf, 7/201) mealindeki ayet diline dolanır. İçinde hissettiği o günah temayülünün şeytandan gelip gönlüne çarpan bir tayf olduğunu anlar, o esnada gözü açılır, durumunu basiretle gözden geçirir ve Allah’ı hatırlar; hatırlar da günahtan geriye durur. Fakat, gönlü ve vicdanı o günaha düşme korkusuna ve ihsan şuuruna muhalif davranmış olma endişesine dayanamaz ve genç oracığa yıkılır kalır.

Evet, hayatını din esasına göre nakşetmeye çalışan müttakiler Allah’ın emirlerine karşı gelmekten çok sakınırlar; kendilerini hiçbir zaman tam emniyette hissetmezler. Şeytan onlara da kanca atar, günah okları fırlatır. Fakat onlar bunu bildiklerinden, şeytandan gelen bir tayfın etkisiyle muvakkaten bakışları bulansa da çok geçmeden basiretleri açılır ve gerçeği sezerler; Allah’a sığınmak gerektiğini hatırlar ve vartadan kurtulurlar. Siz o çizginin insanı olarak yaşamaya karar verince, “Bu benim gâye-i hayâlim olsun, kendimi dine adayayım. Rabbim beni hep böyle görsün. O beni mutlaka görüyor; ben de onu görüyor gibi davranayım. Madem, O çok meselede mukabele istiyor; mesela, ‘Anın Beni, Ben de sizi anayım” diyor. Madem, mukabele Zat-ı Uluhiyetçe, âdât-ı İlâhiyece önemli bir şey; öyleyse ben de bir mukabelede bulunmalıyım.” deyip ihsan tavrı ortaya koyunca, O da ayağınızın tökezlediği yerlerde düşmenize meydan vermez.

Mütecessis bir insan gibi davransak ve kendi hayatımızı dikkatle gözden geçirsek, biz de göreceğiz yarım adım yanlışa doğru gittiğimiz bir yerde O’nun tarafından iki adım geriye çekildiğimizi ve muhafaza edildiğimizi. Bir düşünelim, sefil insan yetiştiren bir dönemin ve sefalet hazırlayan bir ortamın çocukları olarak hepimiz sefalete sürüklenebilirdik. Fakat, birdenbire kendimizi sıcacık bir iklimde, aydıklık bir atmosferde bulduk. Yüzlerce, binlerce insan yürüyüp gidiyor ve sel gibi bir uçuruma akıyordu.. fakat, bizim için adeta bir köprü kuruldu, önümüze bir kapı açıldı; bize “gelin içeriye” dendi. Binlerce insanın boğulduğu nehirleri belki de ayağımız bile ıslanmadan geçtik; geçtik ve davet edildiğimiz o saadet iklimine girdik. Belki bulunduğumuz yerin ve konumumuzun hakkını tam veremedik.. belki O’na yakınlığın gerektirdiği tavra giremedik ve gönlümüzü tam ortaya koyamadık; ama her şeye rağmen, bütün bütün kaybedenlerden ve o dalalet denizinin yuttuklarından da olmadık. -Allah’a kainâtın zerreleri adedince hamd ü senâ olsun.- Biz belki sadece O’na kul olma isteğimizi ortaya koyduk; O da bize sahip çıktı ve küçücük isteğimize karşı şükründen aciz olduğumuz nimetlerle mukabelede bulundu.

“Dâvâm, Dâvâm!”

Hakk’ı anlatmak ve î’lâ-yı kelimetullah mülahazası içinde yaşamak gibi bir mefkûre ve gâye-i hayal, insanın kendi benliğinden uzaklaşması ve bencilliğinden kurtulması için de çok önemlidir. Çünkü insan, bir dâvâyı ya da gâyeyi bütün varlığıyla sahiplenirse; hareket, tavır ve davranışlarını, hatta ağlama ve gülmelerini o gâye istikametinde değerlendirmeye çalışırsa, artık onun her şeyi dâvâsına mâtuf hâle gelir. Üstad diyor ya; "Gâye-i hayâl olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler. " Demek ki, benlikten tecerrüt etmenin, her şeyi bencilliğe bağlamaktan kurtulmanın yolu, O’na bağlanmak ve her şeyi O’nunla alakalı bir hususa bağlamaktır. Evet, insan “Hüve”ye bağlanırsa, “ene” girdabından kurtulur. Sürekli “O” der ve O’nu gösterirse, “ben” deyip durma saygısızlığından ve her meselede nefsini öne sürme bencilliğinden âzâde olur. O zaman, “sıfır”a sıfırlık düştüğünü, “Sonsuz”un hakkının da sonsuzluk olduğunu anlar.

Üstad hazretlerinin talebelerinden Vanlı Hamid Efendi şöyle bir hadise anlatır: Bediüzzaman Hazretleri, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nden ayrıldıktan sonra Van’a gidiyor. Orada kaldığı senelerde bazen iki minare yüksekliğindeki Van Kalesine çıkıyor. Kaleye çıktığında da çok defa orada dik ve sarp bir yerde bulunan mağaraya iniyor. Bir seferinde yine hızlı hızlı mağaraya doğru giderken ve tam inecekken birden ayakları kayıyor. Ayağını koyacak, eliyle tutunacak bir yer bulamayan Üstad bir an boşlukta kalıveriyor. O an bile kendi canı ve hayatı aklına gelmiyor. Dâvâsını, dine ve millete hizmeti düşünüyor. Sesinin çıktığı kadar bağırıyor: “Dâvâm, Dâvâm!” diyor. Düştüğü yer, altı metre yüksekliğinde bir kayalık; fakat sanki gizli bir el onu itiyor ve o, üç metrelik bir kavis çizerek aşağıdaki mağaranın kapısı önüne iniveriyor. İşte bir mefkûre insanı.. işte bir dâvâ adamı.. “Benim yaşamam ancak Rabbim’i anlatırsam bir şey ifade eder; dinimi î’lâ edersem hayatımın bir mânâsı olur.” düşüncesiyle dâvâsı için yaşayan bir kahraman. Dahası, bakın ne diyor: "Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Milletin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur." Aslında, bu söz söylenemez; Bediüzzaman gibi sadece sabah ve akşam tesbihatlarında bile yedişer defa “Allahümme ecirnâ min’en-nar…“ diyen bir insan Cennet ve Cehennemi hafife alamaz. Fakat, herkese Allah’ın duyurulması ve insanlığın kurtarılması onun nazarında öyle bir meseledir ki, o meseleyi dâvâ edinmiş, onu hayatının gâyesi bilmiştir; o dâvâ uğruna maddî-manevî her türlü fedakarlığı da göze almıştır.. ve Allah Teâlâ “dâvâm” diyen bir insanı çoğu zaman bir dalalet ve bir küfür bataklığına girmekten nasıl kurtarıyorsa, Üstadı da uçuruma yuvarlanmaktan kurtarmış, aşağıdaki mağaraya sağ salim koymuştur.

Dâvâ erlerinde ses ve söz hep aynıdır; onlar tarihin hangi döneminde ve nerede yaşarlarsa yaşasınlar hep aynı çizgi üzerinde birleşirler. Mesela, Bediüzzaman’ın sözleriyle Murat Hüdavendigâr’ın yakarışları sanki aynı gönlün terennümleri gibidir. O büyük Sultan, yüz bin kişilik Haçlı ordusunu yendiği Birinci Kosova Meydan Muharebesi başlarken “Ey Rabbim! Şu Murâd kulunun günahları yüzünden mâsum askerlerimi cezâlandırma. Onlar ki, buraya kadar, sâdece Senin adını yüceltmek için geldiler. Senin şânına lâyık bir zafer lûtfet ki, bütün Müslümanlar bayram etsin. Müslümanları mansûr ve muzaffer eyle. Ve dilersen o bayram gününde şu Murâd kulun Sana kurbân olsun. Önce beni gâzi kıldın, murat buyurursan şimdi de şehit kıl.” diye dua etmiş; zaferyâb olduktan sonra da en küçük bir gurura kapılmadığı gibi dizleri üstüne çöküp, şükür duygularıyla ağlayarak yüce Rabbine dua dua yalvarmış ve sözlerini şöyle bitirmiştir:

“Âb–ı rûy-i Habib-i Ekrem içün

Kerbelâda revân olan dem içün

Şeb–i firkatte ağlayan göz içün

Din yolunda beni şehid eyle

Ahirette beni saîd eyle.”

Hazreti Murat Hüdavendigâr duasını tamamladıktan kısa bir süre sonra da kahrolası bir elle, Milos Kopiliç adında yaralı bir Sırp tarafindan hançerlenerek şehit edilmiştir.

İşte o da tam bir dâvâ adamıdır ve dâvâsına hizmet ederken beklentisizdir; devlet ve servet derdinde değildir. Hep ordusunun başında ve muharebe meydanlarındadır ama aynı zamanda o kadar saffet içindedir ki, bir gün hocasına gelir ve "Sizler nasıl oluyor da ilk tekbirde Kâbe’yi görebiliyorsunuz; ben senelerdir uğraşıyorum ama ancak ikinci veya üçüncü tekbirde Kâbe önümde beliriyor." der. O kadar berrak ve Allah’la irtibatlı bir gönlü vardır; pusulayla değil de, kendi kalb gözüyle ayarlıyordur kıbleyi. İmam bir tekbirle hemen namaza durduğundan onun da gördüğünü zannediyor ve diyor ki, “Ne mutlu sana, sen bir tekbir alınca hemen Kâbe’yi görüyorsun, ben çocukluğumda yaptığım hatalardan mıdır nedir iki veya üç tekbir almadan göremiyorum onu!” Evet, bu büyükleri her yâd edişimde M. Akif’in sözlerini hatırlıyorum; gelecek adına ümitsiz olmasam da (az değiştirerek) şöyle demek geliyor içimden:

“Ne âlî kavm idik, hayfâ ki sefil ettiler;

Bütün ümmîd-i istikbâli müstahîl ettiler.”

Ganimet Bilinmesi Gereken Beş Nimet

Meselenin bir diğer yanı da şudur: Bir mefkûre insanı, sürekli Cenâb-ı Hakk’ın değişik zamanlarda ihsan ettiği fırsatları kollar. Eline geçen her fırsatı O’nun hesabına değerlendirir. Mesela, “Namazı hakkıyla eda etme şuurunu canlandıralım; zihinlere tevhid düşüncesini yerleştirelim; nazarları ahirete tevcih edelim.” mülahazalarıyla sabahlar akşamlar. Bakar ki, insanları sadece bir kısım kanunlarla ve bazı kaidelerle hizaya getirmek çok da mümkün olmuyor. Çocuklara, gönüllerini yumuşatacak, onları kanatlandırıp uçuracak şeyler veremiyoruz. Delikanlıların irade zimamını çekip onları fenalıklardan alıkoyamıyoruz. Ümitsizlik ve inkisar içinde kıvranan ve ömrünün sonunu hep abûs bir çehreyle geçiren yaşlılara bir ümit ve inşirah vesilesi sunamıyoruz. Öyleyse, çocuğu, genci ve yaşlısıyla bütün insanlara inşirah verecek bir vesile mutlaka bulunmalı… İşte, mefkûre insanı bu mülahazalarla dolar ve herkesi o aranan vesileye, yani, Allah’a mülâkî olacakları bir güne inanmaya çağırır.

Evet, sararıp dalından düşen yapraklar misali her gün birer birer dünyadan kopup giden insanları gördükçe ye’s ve inkisara düşmemenin tek çaresi Allah’a mülâkî olacağımız bir güne inanmaktır. Sanki insanlar bir trende yol alıyorlar, belirli belirsiz bazı yerlerde insanları tutup pencerelerden dışarıya atıyorlar ve herkesin düştüğü yer onun mezarı oluyor. Böyle bir hayat treninde seyahat eden insanların hangisine ve ne zaman “çık çık” denileceği belli değil. Her gün birileri kopup gidiyor, sen de görüyorsun; senin trenden atılma anın ne zamandır ve mezar yerin neresidir, onu da bilmiyorsun. Hayat nimeti sana bir kereliğine verildi, hedefe de bir kere varacaksın ve oraya vardıktan sonra da artık geriye dönemeyeceksin. Öyleyse, idrak ettiğin zamanının ve bulunduğun yerin kıymetini bilmeli, âdetâ iki veren, üç veren, yedi ya da yetmiş veren başaklar gibi olmalı ve hayatını azamî derecede değerlendirmeye bakmalısın. Dönüşü olmayan bu yolda eline geçen bütün fırsatları çok iyi değerlendirmeli ve sırtına alabildiğin kadar azık alarak ötelere gitmelisin. Bazılarının Sûzî’ye, bazılarının da Yunus Emre’ye isnat ettikleri şu sözler ne de hoştur:

“Demedim mi, demedim mi / Gönül sana söylemedim mi,

Gönül mürgi yuvasından / Uçar bir gün demedim mi?..”

İlahi olarak da söylenen bu sözlerin güftesinde şu bölüm de var mı bilemiyorum:

“Canım derviş, gözüm derviş / Çalış maksuduna eriş.

Bu gafletle baş olmaz iş / Geçer fırsat demedim mi?..”

Evet, hayat iyi bir fırsattır. Gençlik iyi bir fırsattır. Meseleleri doğru anlama, mefkûreyi en önemli meşgale yapma ve Allah’ın verdiği imkanları bu uğurda iyi değerlendirme çok iyi birer fırsattır.

Bu sözler bana bir hadis-i şerifi hatırlattı: Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki;
”Beş şeyden evvel beş şeyi ganimet bil: İhtiyarlamadan, aciz ve düşkün duruma düşmeden önce gençliğinin, hasta olmadan evvel sıhhatinin, fakir düşmeden evvel zenginliğinin, işin gücün artmadan evvel boş vakitlerinin ve ölüm gelmeden önce de hayatının kıymetini bil!"

Demek ki, gençlik çok büyük bir nimet. O gençlik nimetine karşı iffet şükrüyle mukabele etmek lazım. Bir insanın, kanı galeyanda olduğu bir dönemde en hora geçen şey nedir acaba? Tabii ki, iffetli yaşamak, haram karşısında eğilmemek ve günahlara girmemektir. O gençlik nimetine şükür, iffetli ve günahlara karşı dikkatli yaşamakla olur. Öyle ise, gençliğin böyle bir nimet olmasını ganimet bil. O gençlik gücünü, delikanlılık dinamizmini, î’la-yı kelimetullah istikametinde, bağlandığın ve “mefkûrem” dediğin o dâvâ uğrunda kullan.

Sağlıklı ve zinde iseniz, hergün yüz rekat namaz kılmak isteseniz de zorlanmadan kılabilirsiniz. Altmış-yetmiş yaşına geldiğinizde biraz zorlanırsınız. Çünkü uykunuzu tam alamazsınız, her gece üç-dört defa kalkarsınız, kalktıktan sonra da bir saat yatakta kıvranmadan yeniden uykuya dalamazsınız, dinlenemeyen o bünyenizle de gönlünüzce ibadet ü taat yapamazsınız. Hastalığa dûçar olduğunuz zaman da yatağın içinde döner durursunuz, acı ve ağrılarla inlemektan başka şey düşünemezsiniz. Belki sadece çektiğiniz şeylere sabretmenin sevabını alırsınız; ama çelik-çavak hizmet etmeye ve ibadet ü taati ciddi bir şevk ve canlılık içinde yerine getirmeye tâkât bulamazsınız. Güç ve kuvvetinizin aşk u şevkinize ayak uydurabildiği dönemlerde, o ibadet ü taati göğüsleyebilecek durumda olduğunuz zaman, yani gençlik döneminizde ve sıhhatli olduğunuz anlarda onu yapmanız lazım.

İnsan, çeşit çeşit meşguliyetlerle kuşatılmadan evvel boş zamanlarını da fırsat bilmeli; dilediği gibi kullanabileceği her dakikayı adeta bir ganimet gibi, Allah’tan gelmiş bir hazine gibi değerlendirmeli. Ve fakirliğe düşmeden evvel de servertinin kıymetini bilmeli. Belki fakirlik de bir yönüyle ganimet bilinmesi gereken bir şeydir; fakat, fakirlik bir yokluktur; yok olduğundan dolayı ganimet olarak bilinmez, ona karşı sadece sabredilir. Bir imtihan olarak kabul edilip dayanılır ve sevab kazanılır. Ganimet bildiğimiz şey ise, bir mevcuda bakar, var olana delalet eder. O, mevcudun değerlendirilmesini ifade eder ve kıymetini bilerek şükrünü eda etmeyi gerektirir.

Hasılı, bir mefkûre insanı, Allah ona ne vermişse, hepsini O’na yaklaşma, hep O’nu duyurma, sürekli O’nu anlatma ve daima O’nun yolunda olma istikametinde kullanır. Kendi kurtuluşunu başkalarını kurtarmada arar, bütün hareketlerini ruhunun derinliklerinde mefkûreleştirebildiği bir mes’uliyete bağlar; ferdî sorumluluk sınırlarını aşkın bir merhamet irâdesi ve bütün insanlığı kucaklayacak enginlikte bir şefkatle yitirdiğimiz ruh ve mânâyı ihya etmeye çalışır.