Sahabenin Müstesna Konumu

Sahabenin Müstesna Konumu

Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) iman eden ve O’nun davasına sahip çıkan ilklere “sahabe” denilmesi dikkat çekicidir. Bilindiği üzere sahabe, Arapça bir kelimedir, “sâhib/sahâbî” kelimesinin çoğuludur. Sâhib ise, farklı başka manalarının yanında, biriyle beraber bulunan, ona refakat eden, arkadaş, yol arkadaşı demektir. Peygamber Efendimiz ile birlikte bulunmayı, beraber yol yürümeyi, O’na refakat etmeyi ifade eder. Böyle bir arkadaş bazen kardeşten bile ileri olabilir. Çünkü kardeşler her zaman insanın yol arkadaşı olamaz. Sahabe efendilerimiz, Allah Resûlü’nün sünnetine bağlılıklarıyla, fedakârlıklarıyla, dine hizmetleriyle Allah Resûlü’ne “arkadaş” olmanın hakkını vermişlerdir. Müslüman olurken, zorlukta ve kolaylıkta, hoşlandıkları ve hoşlanmadıkları bütün durumlarda Efendimiz’e itaat edeceklerine söz vermiş ve ömürlerinin sonuna kadar da bu sözlerine bağlı kalmışlardır.

Peygamberini, mesajıyla, beyanıyla, temsiliyle mümtaz bir şahsiyet olarak gönderen Allah (celle celaluhu), O’na muhatap olacak sahabe topluluğunu da özel bir kıvamda yaratmıştır, seçmiştir desek sezadır. Kur’ân ve Sünnet’in sahabe hakkındaki takdir ve övgüleri bir yana, onların sergiledikleri yüksek performans açısından bile şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz: Allah nasıl ki üstün özelliklere sahip mümtaz bir şahsı peygamber olarak göndermiştir; aynen bunun gibi sahabe de özel bir donanımla gönderilmiş mümtaz bir topluluktur.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), sahabenin ruhuna öyle bir sondaj vurmuştu ki onların mahiyetlerinde ne kadar fazilet ve hususiyet varsa hepsini ortaya çıkarmış ve inkişaf ettirmişti. Onların sarsılmaz imanları da, ibadet ü taatlerindeki saffet ve samimiyetleri de işte bu hususiyetin inkişaf etmesiyle ortaya çıkmıştır. Cahiliye döneminde putlara tapan insanlar, içlerindeki şirke dair bütün duyguları söküp atmış, bütün gönülleriyle Mâbud-u Mutlak’a yönelmiş, her birisi birer âbid, zâhid kesilmişlerdi. Öyle ki kendilerini bütünüyle Cenab-ı Hakk’a verebilmek ve dünyaya ait alakalardan sıyrılabilmek için içlerinden bazıları insanî fıtratlarını bir kenara koymayı bile düşünmüşlerdi. Fakat her konuda olduğu gibi bu konuda da Allah Resûlü onlara sırat-ı müstakimi göstermiş ve bunun doğru olmadığını ifade etmişti.

Düşünün ki çölün ortasından çıkan bir avuç insan, o günün süper güçleriyle yaka paça olmuş ve onların mekanize birliklerini hezimete uğratmıştı. Bunu yaparken de adalet ve hakkaniyetten ayrılmamışlardı. Ellerinin ulaştığı her yerde ihkâk-ı hak yapmış, yani hakkı tutup kaldırmışlardı. Gittikleri her yere hak, adalet ve insanlık götürmüşlerdi. 

Sahabe efendilerimiz, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (sallallahu aleyhi ve sellem) tam bir teveccühle yöneldiklerinden, O’na ait hususiyetlerden çok iyi istifade etmişlerdi. Dün bâdiyede kız çocuğunu diri diri toprağa gömen bir adam, birkaç gün sohbet-i Nebeviye’de bulunduktan sonra müthiş bir değişim geçirmişti. Allah Resûlü’nün insibağıyla boyanmış, O’nun mübarek dudaklarından dökülen lâl u güher beyanları can kulağıyla dinlemiş, sarsılmaz bir iman ve teslimiyetle, yüce bir ahlâk ve şefkatle bezenmişti. İman, onların âdeta iliklerine kadar işlemişti. Bir tuba-i Cennet çekirdeği olan iman, onların kalblerine girdikten sonra orada inkişaf etmiş, meyve vermişti. Onlar dine ait hakikatleri çok farklı duymuş, çok farklı hissetmişlerdi. Gönüllerine giren iman nazari planda kalmamış, onların bütün hâl ve tavırlarına sirayet etmişti.

Allah Resûlü ile Haris b. Mâlik el-Ensârî arasında geçen diyalog âdeta sahabe toplumunun iç yapısını, iç derinliğini ortaya koyar. Allah’a hakkıyla iman ettiğini söyleyen Hz. Hâris’e Allah Resûlü, “Her şeyin bir hakikati vardır. Senin iddia ettiğin bu imanın hakikati nedir?” diye sorar. O da şöyle cevap verir: “Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım, geceleri ibadetle uykusuz, gündüzleri oruç tutarak susuz kaldım. Şu anda öyle bir ruh hâleti içindeyim ki sanki Rabbimin arşına bakıyorum.. Cennet’i görüyorum, Cennetliklerin orada birbirini nasıl ziyaret ettiklerini müşahede ediyorum.. Cehennem’i görüyorum, Cehennemliklerin nasıl bağırıp çağırdıklarını işitiyorum…” Onun bu sözleri üzerine Peygamber Efendimiz, “İşte kalbi nura gark olmuş bir mü’min!”, bir başka rivayette de, “Ey Hâris! Bilmen gereken şeyi bilmiş, irfana ermişsin. Aynen böyle devam et!” buyurur. (Ma’mer b. Râşid, e-Câmî, 11/129; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 3/266)

Belki sahabe-i kiramın hepsi imanlarındaki bu derinliği ifşa etmiyordu. Allah’la aralarındaki sırları saklıyor, kimseye açmıyordu. Aynı şekilde onlar, aşklarını, iştiyaklarını, ibadet ü taatlerini de ketmediyorlardı. Fakat biz, onların hayat tablolarına, Allah yolundaki mücadelelerine baktığımız zaman onların imanda nasıl zirveleştiklerini anlıyoruz. Onların imanı, derinliği ölçüsünde duruluğu da olan denizler gibiydi. Oraya girmeden önce suyun ancak dizinize ulaşacağını sanırsınız ama adımınızı attığınızda suyun içine tamamen batıp gidersiniz de dibine ulaşamazsınız. Onun duruluğu derinliğini ketmetmiştir. İşte sahabenin imanı da böyleydi.

Esasında her büyük zatın kendine göre bir insibağı (boyaması), in’ikâsı (tesir gücü) ve incizabı (çekim gücü) vardır. Tıpkı maddî cisimlerin büyüklüklerine göre bir çekim güçleri olduğu gibi. Mesela Dünya’nın çekim gücü, Ay’ı kendi etrafında bir yörüngede sabit tutuyor. Güneş’in çekim gücü kütlesiyle orantılı olarak Dünya’ya nispeten çok daha fazladır. Aynen bunlar gibi, büyük zatların da kâmet-i kıymetlerine göre bir çekim güçleri vardır. Allah Resûlü’nün öyle bir cazibe-i kutsiyesi vardı ki bir kere O’nun çekim alanına kendini kaptıran bir daha oradan ayrılamıyor, peyklerin Güneş etrafında dönmesi gibi O’nun yörüngesinde dönüp duruyordu. Allah Resûlü’ne ait hasletler ona da sirayet ediyor, onu da etkiliyordu.

Amr İbn-i Âs, Hâlid İbn-i Velid, İkrime İbn-i Ebû Cehil ve Ebû Süfyan gibi sahabîlerin Müslüman olduktan sonra nasıl dikey bir yükseliş yaşadıklarına şahit olup da hayret etmemek mümkün değildir. Mesela Amr b. Âs’ı ele alacak olursak, Cahiliye döneminde yapıp ettikleri ortadadır. Fakat İslâm’a girip kısa bir süre Allah Resûlü’yle birlikte bulununca müthiş bir değişim geçirmiştir. Bir savaş sonrası ganimet dağıtımı söz konusu olduğunda kendisine düşen payı, “Yâ Resûlallah, ben bunun için Müslüman olmadım.” (İbn Ebî Şeybe, Musannef 12/288, hadis no: 23618; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 29/338, hadis no: 17802) diyerek reddetmiştir. Ömrü cephelerde geçen Halid İbn-i Velid vefat ettiğinde geride bir atından bir de kılıcıyla kalkanından başka bir şey bırakmamıştır. Onun bu hâlini gören Said İbn-i Zeyd, “İnsanların övgüsüne mazhar bir insan olarak yaşadı, İslâm’ın bir yitiği olarak da ölüp gitti.” demiştir. (Ali el-Müttakî, Kenzu’l-ummâl, 13/368) İkrime, Yermük savaşında yaralı bir şekilde çadırda yatarken bir aralık doğrulmuş ve “Sen mi geldin Yâ Rasûlallah” demiştir. Bunların her birerleri âmudî (dikey) yükselişin kahramanlarıdır.

Osmanlının bidayeti gibi tarihin değişik dönemlerinde sahabe ruhu temsil edilmiş, emsaline ender rastlanacak cinsten örnek insanlar yetişmiştir. Günümüzde de inancıyla, yaşayışıyla başkalarına örnek olan insanlar vardır. İmanı, davası uğruna bilmediği diyarlara hicret eden adanmış ruhlar vardır. Bunların her birinin sevabını Allah takdir edecektir. Ama bütün bunların arasında sahabenin yeri ve konumu çok farklı, çok müstesnadır. Onlar ölçüsünde örnek bir cemaat bulmak mümkün değildir. Zira önlerinde Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) bulunduğu bir cemaat başkalarıyla kıyas edilemez. Sahabe-i kiramın hepsi bir manada Allah delisiydi, ahiret delisiydi. Allah muhabbeti onların başlarını döndürmüştü. Onun için Hasan Basri Hazretleri şöyle der: “Siz onları görseydiniz deli derdiniz; onlar da sizi görseydi bunlar iman etmemiş derlerdi.” (Bkz.: Ebu Nuaym, Hilyetu’l-evliya, Kahire 1974, 2/134)

Bu açıdan sahabenin müstesna örnekliğini hep hatırda tutmalı, onların hakkını teslim etmeliyiz ki onlara bakarak durum ayarlaması yapabilelim. Ama diğer yandan, onların arkasında yerlerini alacak başka hakikat erlerinin bulunduğunu da nazardan dûr etmemeliyiz ki ümitsizliğe düşmeyelim. Sahabeyi yakından tanırsak haddimizi bilir, gerektiğinde bir adım geri çekiliriz. Şimdiye kadar topraktan başını çıkaran rüşeymlerin başağa yürüdüğünü gördüğümüzde, bu sefer de “Niye bir daha olmasın ki!” der, yeisten kurtuluruz.

Şundan emin olabilirsiniz ki sahabe-i kiramı yakından tanıdıkça daha çok sevecek, onların derinliklerini daha çok hissedeceksiniz. Bu biraz da sizin kemalinize bağlıdır. Siz imanda, izanda, anlayışta, his ve şuurda mükemmelleştikçe onların büyüklüğünü daha iyi anlayacaksınız. Anladıkça onlara karşı vefa hisleriniz coşacak. Onların büyülü dünyalarına girdiğinizde, kendinizden geçeceksiniz. Kendinizi keşfettikçe, kendiniz olarak ortaya çıktıkça onları hep önünüzde göreceksiniz. Hızınızı ne kadar artırırsanız artırın, önünüzde hep onlara ait izlere şahit olacaksınız. Bu yüzden onların dünyasından uzak kalmamalısınız. Şayet bir gözünüz kendi üzerinizdeyse diğer gözünüz Allah Resûlü’nün etrafındaki o ışık hâlesinde olmalı.

Şunu üzülerek ifade etmeliyim ki sahabeyi kendi sığlığımızın kurbanı etmişiz. Kendi semahat anlayışımız, ibadet anlayışımız, fedakârlık anlayışımız, civanmertlik anlayışımız, sahabenin büyüklüğünü görmeye perde olmuş. Dolayısıyla sahabeyi kendi kıvamlarıyla, kendi parlaklıklarıyla, kendi şeffafiyetleriyle anlatma yerine, rötuşlayarak ve kendimize benzeterek anlatmışız. Onları kendi büyüklükleri içinde görmeye çalışmak yerine kendimizde onları okumaya çalışmışız. Kanaat-i acizanemce, eski yeni onlarla ilgili söylenen bütün sözleri bir araya getirerek bu armoni içinde onları bir kere daha mütalaa etmeye ihtiyacımız var. Bu aynı zamanda kendimizin de mütalaası olacaktır. Çünkü dinin yaşanmasında nerede durduğumuzu ve durmamız gerektiğini görmüş olacağız. 

Hâsılı, günümüzde bizim ihtiyaç duyduğumuz şey imanı, iç derinliği, Allah’la irtibatı, verme duygusu, ibadeti, adanmışlığıyla Müslümanlığın sahabicesini ihya etmektir. Onları örnek almalı, onlar gibi olmaya çalışmalı, herkese onları nazara vermeli, onlar gibi olma arzusunu uyarmalıyız. Zira bugün yeniden bir diriliş düşünülüyorsa bunun yolu sahabe gibi olmaktan geçer. Şayet bizler sahabeyi doğru anlar, onları kendimize örnek alabilirsek, zamanı geldiğinde kendi içimizden de güzel örnekler çıkarabilir ve biz de nisbî olarak başkaları için örnek teşkil edebiliriz.