Hayret Kuşağı ve Sen

Hayret Kuşağı ve Sen
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Gözlerimde buğu buğu hayret, gönlümde ümit ve burkuntu dört bir yanda olup bitenleri seyrediyorum; fırtınalarla sarsılan çamı-çınarı, devrilip kendi enkazı altında kalanı, her şeye rağmen başaklar gibi salınışlarıyla etrafa tohumlar saçanı ve darbelene darbelene ruhuyla bütünleşip ölümsüzlük kuşağına ulaşanı…

Tufanları tufanların kovaladığını, dalgaları ifritten dalgaların takip ettiğini ve ard arda sarsıntıların arkasında bir yeni varoluşa doğru yol alındığını… Elmasın kömürden, altının taştan-topraktan ve sağlamın çürükten ayrılmaya başladığını hayret ve hayranlıkla seyrediyorum.

Bir yanda, millî mefkûrenin bağrına damla damla kan damlatıldığını, tarih şuurunun horlanıp geçmişe lânet yağdırıldığını; bir uğursuz düşüncenin her köşe başını tutup ruhu ve ruh insanını hırpaladığını, yarasalara şehrayinler tertip edip baykuşları harabelerle sevindirdiğini, akla hayale gelmedik yalan, tezvir ve tertiplerle toplum içinde sun’î sıkıntılar meydana getirip, onun düşünce istikametini ve çalışma gücünü felce uğrattığını, dünyanın dört bir yanında Neron’lara rahmet okutturan, tiranların zulüm ve istibdatlarını unutturan bunca facia varken, milletin özüyle bütünleşme gayretlerinin “paralel yapı” yaygaralarıyla engellenmeye çalışıldığını.. diğer yanda bu kızıl kıyamet karşısında olsun, bir türlü ayılıp kendine gelmeyenleri, sefâhet ve eğlencelerde ömür tüketenleri, olanca güçleriyle hayattan kâm alma peşinde koşanları, başını derde sokmamak için bukalemun gibi yaşayanları, bir kısım hasis menfaatler uğruna birbiriyle didişip duranları, vatan ve milletin yaralarını sarma mevkiinde bulundukları zaman bile, emmek için onun kurumuş damarlarında kan arayanları, olup biten bu kadar şey karşısında iradelerine kement ve ağızlarına kilit vurulanları sinemde inilti, gözlerimde kan seyrediyorum.

Özü ihlâs, samimiyet ve ciddiyet olan dinî hayatın, bir kısım soğuk merasimlerle folklor hâline getirilişini ve bu işin figürleri sayılan gırtlak ağalarını, cenaze ilâhîcilerini, çeşit çeşit ses sanatkârlarını, Rabbime karşı utanç içinde ve iki büklüm seyrediyorum.

Neron’ların gayz ve tuğyanını, ruhanîlerin sessiz infiâlini, ezenlerin “hayhuy”unu, ezilenlerin “âh u efgân”ını mutlak bir kısım sırlara gebe, kaderî bir cilve deyip hayret ve teslimiyetle seyrediyorum.

Düşlere sığmayan bir yüce davayı, o uğurda her şeyini fedaya azmetmiş tâli’lileri, geleceğin kutlu rüyalarıyla gerilip gerilip kendinden geçenleri; sonra da “Uhud”a varmadan ters yüz olup geriye dönenleri, daha deneme imtihanında elenip gidenleri ve yıldız avlamak için yelken açtığı göklerin derinliklerinden zıpkının ucunda bir ateş böceği ile geriye dönenleri üzüntü ve şaşkınlıkla seyrediyorum.

İnsan ruhunun yüceliğini, ondaki “ebediyet” fikri ve ebedî güzellikler arzusunu, sonra da bu yüce ruhun bir kısım bedenî istekler karşısında “pes” edişini, üç adım ötede kendine tebessüm eden sonsuzun güzelliklerini göremeyerek cismaniyetin altında kalıp ezilişini ızdırapla seyrediyorum.

Rahmeti Sonsuz’un, cahile-görgüsüze, zalime-gaddara, mülhide-mütecavize mehil üstüne mehil verişindeki sabır ve hilmini hâdiselerin çehresinde; zulüm ve tecavüzleriyle “gayretullah” sınırlarını zorlayanların derdest edilip aman verilmeyeceğini de, O’nun değişmeyen âdetinin simasında “inanç ve ürpertiler”le seyrediyorum.

Gözlerimde buğu buğu hayret, gönlümde ümit ve burkuntu, olup bitenleri tablo tablo seyrediyorum. Ve dönüp güç ve kalemi elinde tutan Heraklit’imize seslenmek istiyorum!

Sen, bütün bir gül devrinin bülbülü! Sen, ölüm anlarının diriliş müjdecisi! Sen, tarihî kahramanlıklardan süzülen asalet usâresi! Sen, milletin özünden akıp akıp gelen ve onu mayalandırmak için tekrar baş aşağı O’na dönen, O’nda eriyen ve yok olan esatirî varlık! Hasretle tutuşan gönüllerimizi bi­rer meş’ale yaparak, senin için şehrayinler tertip etmek, sana “ağıtlar” yakmak ve son bir kere daha yoluna dökülmek istiyoruz.

Zaten, hep böyle iki büklüm olduğumuz zamanlarda seni hatırladık ve diriltici soluklarına hasret dolu destanlar koşup durduk. Başkaca da ciddî bir gayretimiz olmadı.

Sen, buhranlı dönemlerin celadetli ve aynı zamanda şefkatli zimamdarı! Sen, ölü ruhların âb-ı hayatını dudağında taşıyan hakikat eri! Sen, onulmaz dertlerimizin Mesih’i ve Lokman’ı! Renklerimizin sarardığı, nabızlarımızın durgunlaştığı ve soluklarımızın hırıltıya dönüştüğü; cenaze alayları ve kâfûrî kokularıyla bir hâl olduğumuz şu günlerde, senin şimşekler gibi çakan bakışlarına, yıldırımlar gibi gürleyen beyanına ve sağanak sağanak milletin bağrına dökülüp onunla kaynaşan, onunla yeni istihale yollarını açan uyarıcı gücüne, değiştirici iradene, “Kerbela” mağdurları gibi muhtaç ve susamış durumdayız…

Yezid’lerin, Şimir’lerin ortalığı kan-revan seylaba çevirdiği şu yıkık dökük dünyada, içi inilti ile dolmadık bir yurt, altı üstüne gelmedik bir memleket kalmadı. Evet bu viranelerde duyulan sesler, ya zalimlerin “hayhuy”u veya mazlumların âh u enînidir.

Kalk! Tarihinin boynuna vurulan bu korkunç kemende bir kılıç indir; kördüğümü bozar gibi bu sihri boz ve milletinin bahtsızlığını gider! Soluk soluğa Balkanlara tırmandığın, üveyik olup Trablusgarp’lara uçtuğun, Hint’tir, Yemen’dir deyip her bucakta at oynattığın ve bir baştan bir başa adını cihana duyurduğun gibi…

Ülkenin çölleştiği, yabancı ellerin “ekskavatör”ler gibi millî bünyeni yarıp yarıp geçtiği; içtimaî “erozyon”ların nesilleri önüne katıp meçhullere sürüklediği; güftesi de bestesi de Çin’den, Maçin’den, Pers’ten gelmiş ağyâr türkülerinin, senin insanını sarhoş ettiği şu kara günlerde gel artık..!

Gel! Yıllar yılı hep eski destanlarla avunup duran ve yeni dünyanın bin bir hokkabazlıkları karşısında şaşırıp kalan şu kendi nesline, yeni türküler söyle; seni ve beni anlatan yepyeni türküler… Bestesi, Bedir gibi duru ve yüce, Malazgirt gibi içten ve ebedî yurda doğru, büyük fetih gibi, zamana yeni nâm getirici ve âlemşümul, kurtuluş kavgan gibi yürekten ve cansiperâne olsun…!

Gel! Ve yıllardan beri ortalığı alıp götüren şu bin bir hezeyan karşısında, fersiz yüreklere, mecalsiz ruhlara bir şeyler yapabilme azmini ve ümidini getir.

Gel! Ve tedavi oluyorum diye elli defa bağrından neşter yiyen; defalarca, kırılmış kol ve kanatlarıyla “ortopedi”ye kaldırılan, Eyyub (aleyhisselam) kadar dertli, Yâkub (aleyhisselam) kadar gözleri hasretle dolu, şu tâli’siz insanına sıhhat müjdesi getir. Bugüne kadar bin bir karışıklığa sebebiyet veren acemi ve hoyrat ellerin, yanlış teşhis ve muâleceleri, sadece onun dert ve ızdırabını artırmıştır. Onu dertleriyle ele almalar, hep mevziî ve muvakkat olduğu içindir ki, tâli’inin yıldızı sayabileceği her parıltı, yalancı bir mum gibi sönüp gitmiş ve onu yeni bir inkisar ve ümitsizlik içine atmıştır.

Bundan böyle de, o, artık her hekime teslim olacak gibi görünmemektedir. Evet o, dertlerini ve meselelerini köklü ve umumî olarak ele alacak hâzık hekimini bulacağı âna kadar, dişini sıkıp sabredeceğe benzer.

Gel; o hekim sen ol ve senelerdir yolunu bekleyenlerin gecesini gündüze çevir! Onları nurlu ufuklara ulaştır! Hafif bir kıpırdanışın, karışık hâdiselere “ritim” getirdi. Çözülmez gibi görünen, nice kemikleşmiş yanlışlıklar vardı ki, eritici soluklarında lime lime oldu. Ve milletin kalbinde bir ödem gibi tümsekleşen irin yuvaları birer birer dağılmaya başladı. Ya, özünden doğan gerçek “aktivite”yi ve son kararı duysa ve görselerdi…

Biz bütün bir millet olarak dolu dolu gözlerle, bu mutlu kararı hecelemekte ve karar gününü gözlemekteyiz.

***

Not: Bugün mescidimizde Cuma Hutbesi olarak okunan bu makale M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Sızıntı Dergisi Nisan-1981 ve Mayıs 1987 sayıları için kaleme aldığı iki başyazıda yapılan bir iki tasarrufla hazırlanmıştır.