Türkçe Olimpiyatları ve “Gurbet Bitsin!” Çağrısına Cevap

Türkçe Olimpiyatları ve “Gurbet Bitsin!” Çağrısına Cevap

Çay Faslından Hakikat Damlaları

-“Cânımı cânan isterse minnet cânıma / Can nedir ki anı kurban etmeyeyim cânânıma.” (Fuzulî) (01:04)

-Sözün yörüngesine oturması sohbet-i Cânân’la olur. (03:47)

-Hazreti Üstad der ki: Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmi, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemiş:

 

demiştir. Yani, yalnız biri iste; başkaları istenmeye değmiyor. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et; başkaları lâyık değiller. Biri gör; başkalar her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar. Biri bil; mârifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. Biri söyle; Ona âit olmayan sözler, mâlâyânî sayılabilir. (05:07)

-Niyet sayesinde insanın âdet ve alışkanlıkları dahi birer ibadet hükmüne geçer. Gece yatarken teheccüde ya da sabah namazına kalkma niyetinde olan bir insanın uykudaki solukları dahi zikir hanesine kaydolur. (07:10)

Soru: 1) Türkçe Olimpiyatları’nı sadece dil eğitimi üzerinden değerlendirmek doğru mudur? Dünü, bugünü, yarını ve gayeleri açısından Türkçe Olimpiyatları’yla alâkalı düşüncelerinizi lütfeder misiniz? (08:53)

-Bugün Türkçe Olimpiyatları adı altında yapılan faaliyetler, işin yörüngesinde dil bayrağı bulunduğundan dolayı lisan eğitimi üzerinden değerlendirilse de aslında dil öğretimi ile beraber kendi kültürümüz ve öz değerlerimiz de bütün dünyaya tanıtılmaktadır. (10:53)

-Ecdadımız tarihin hiçbir faslında kimsenin diline ve dinine karışmamış; kimsenin iktisadî, idarî, siyasî, kültürel hayatına müdahale etmemiş ve kimseye kendi dillerini, değerlerini dayatmamışlardır. Günümüzde onların bahtiyar torunları da bir kısım sömürgecilerin ortaya koydukları dayatmacı tavırlara asla tenezzül ve tevessül etmeden -kınına girmiş maddî kılıca bedel- ellerindeki beyan meşaleleriyle cihana açılmışlardır. (11:35)

-Her dil, hangi şekilde girerse girsin, bir başka ülkeye nüfuz ederken, kendi kültürüyle beraber girer. O dili öğretmek için kullanılan malzeme mutlaka kültürün de sirayetine vesile olur. (13:38)

-Türkçe öğretimi ve dil olimpiyatları sayesinde dünyanın doğusundan batısına kadar hemen her yerde ülkemizin tanıtımı yapılıyor. (14:39)

-Kadirşinas insanlar takdir edip alkışlasalar da Türkçe Olimpiyatları’nın meçhul kahramanları olan o fedakâr öğretmenler kat’iyen alkış beklentisinde değillerdir. Zaten beklentiye bağlanmış gayret ve faaliyetler devam vaad etmez. (15:34)

-Olimpiyatlar için ülkemize gelen öğrencilerin ayrılış tablolarını görünce gözyaşlarımı tutamadım. Her biri dünyanın bir ucundan gelmişler, tanışmışlar; on beş günlük beraberlik içinde birbirlerine çok ısınmışlar, kardeş olmuşlar, kültür birliği yörüngesinde bir araya gelmişler; ayrılırken bir hasret tablosu var ortada, herkes ağlıyor. Çok rikkatime dokundu. (16:13)

-Mesele lisan adı altında sunulsa da, o öğretmenler gittikleri yerlere sevgi götürüyorlar; herkesi kucaklıyor ve derbeder olmuş insanların ellerinden tutup onların bellerini doğrultmalarına vesile oluyorlar. Kaçan talebenin arkasından bile koşuyor, bir kere daha, bir kere daha deniyor ve onu insanlığa kazandırmak için çırpınıyorlar. (17:07)

-Ayrıca fedakâr ruhlar ile gittikleri yerlerdeki insanlar arasında bir değerler teâtisi (alış verişi) gerçekleşiyor. Herkes birbirinin faziletlerinden ve birikimlerinden istifade ediyor; birbirinin ufkunun genişlemesine katkı sağlıyor ve hep beraber el ele kemâle yürüyorlar. (18:45)

-Diğer taraftan, siyahın beyazla, esmerin griyle… sarmaş dolaş olması, öldürücü silahların karanlık gösterdiği istikbal ile alâkalı endişeler açısından da bir ümit ve inşirah vesilesi teşkil ediyor. (19:40)

-Bazı kimseler, öncesi ve sonrasıyla olimpiyatları falana filana, ezcümle Fakir’e bağlıyorlar. Belki bu mevzuda benim tavsiyelerim olmuştur; “gidin” demişimdir; kime nereye “gidin” dedim onu da unuttum. Fakat, o marifet değil. Esas marifet; mücerred bir söz karşısında tereddüt etmeden çantasını eline alıp gidenlerin yaptığıdır. Ben o arkadaşların hepsinin alnından öperim. O marifeti, meçhul bir dünyaya giden, nereye gittiğini, nasıl geçineceğini bilmeyen, gittikten sonra altı ay, bir sene maaş alamadan orada hizmet eden o arkadaşlar ortaya koydular. Onların arkasında da tarih boyunca civanmertliğiyle serfirâz olan mübarek milletimiz vardı. Bu açıdan, mesele tamamen millete aittir; onu sadece bir camiaya, bir cemaate mal etmek doğru değildir. (21:00)

-Bir defineyi taşıma mevzuunda ne kadar çok el yardıma koşarsa memnun olmak gerekir. Aziz Mahmud Hüdâî hazretlerinin ism-i şerifi etrafında kümelenmiş ve bir vakıf kurmuş arkadaşların meşkûr hizmetlerini görmezlikten gelmek körlük olur. Senelerden, belki bir asra yakın zamandan beri Süleyman Efendi hazretlerinin talebeleri Kur’an kurslarıyla bir ülkeyi baştanbaşa Kur’an’la ihya ettikleri gibi dünyanın değişik yerlerinde de müesseseler açıyorlar. Mahmud Efendi’yi seven insanlar değişik yerlerde müesseseler açıyorlar. Diyanet son zamanlarda ciddi bir gayret içinde, onlar da bir yönüyle o örfaneye iştirak ediyorlar. Hulusi Efendi’nin cemaati de öyle. Yalnız değilsiniz bu mevzuda; adeta bir seferberlik söz konusu. Hatta bir yerde bu ip kopsa, sizin yaptığınız şeyler durakalsa -Allah’ın izni ve inayetiyle- bu akımlar o kervanı devam ettireceklerdir. (24:35)

-Her camia, cemaat, hareket, meslek ve meşrep Hakk’a hizmetin farklı bir versiyonunu temsil ediyor. Allah’a giden yollar mahlukâtın solukları sayısıncadır; hepsi O’na yürüyor. “Kaddi yâre kimisi ar’ar dedi kimi elif / Cümlenin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif.” (Muhibbî) Bu zaviyeden, farklılıkları nazar-ı itibara almamak ve problem yapmamak lazımdır. Onun için kimse yanlış anlamasın; herkesin yaptığı hizmeti takdirle yâd ediyoruz, gelecek nesiller de onları takdirle yâd edecektir. (27:12)

-Âidiyet mülahazası ferdî enaniyeti takviye eden ziftten bir kanaldır. Ferdî enaniyetler, zift kaynağı olan o âidiyet mülahazasıyla da beslenirse, etrafa zift düşünceler püskürtürler. Öyleyse, kat’iyen falancı, filancı dememelidir. Herkes bu milletten, bu ümmetten değil mi? Herkes aynı hizmeti yapıyor değil mi? Birisi Kâdirî, birisi Nakşî, birisi Rifâi, birisi Uşşakî, birisi Şazelî, birisi Rabbânî, birisi Hâlidî… olur; fakat, hepsi Cenâb-ı Hakk’a ulaşma istikametinde bir yolda yürür. (30:00)

Soru: 2) Sayın Başbakanımızın “hüzünlü gurbeti bitirme daveti” ile alâkalı mülahazalarınızı lütfeder misiniz? (31:11)

-Şunu hemen söyleyeyim: O, kendine yakışanı yaptı. Fakat o ilk değil; sayın Cumhurbaşkanı da, o da, açıktan açığa dedikleri de oldu, bir vasıta ile bana söyledikleri de oldu. Ricâl-i devletten daha başkaları da kendilerine yakışan o civanmertliği sergilediler; bugüne kadar ben defaatle duydum, o arkadaşlardan yanıma gelenler de aynı şeyleri teklif ettiler; “Artık Türkiye’ye gelme zamanı değil mi?” dediler. (31:22)

-Şimdi, onlar bununla kendilerine düşen, kendilerine yakışanı yapıyorlar. Ben de -ben demek de çok çirkin bir şey- ben de kanaat-i âcizânemce bana yakışanı yapmam lazım. Onlar davet ederler, “gel” derler, normaldir. Millet de, onlar davet etmeleri lazım geliyor gibi onlara bakabilirler. Ve nitekim zannediyorum orada alkışın ritmi, dozu biraz yükselince de herhalde, öyle bir talep imajı aldı sayın Başbakan ve ondan da “anlıyorum” dedi, yani oradaki anlayışını da ortaya koydu. Halk da öyle diyebilir; onlar çağırdığı zaman, çağırmasalar ben gidemem, Türkiye emin, böyle güvenli bir yer değil, dolayısıyla başıma gâile açarım, dert açarım başıma (diye gitmiyorum zannediliyor olabilir.) (32:00)

-Arz edeceğim şeyler böyle yakışıksız şeyler olabilir de ben hiçbir zaman başıma dert açacağım mülahazası yaşamadım. 27 Mayıs gördüm, tekdir gördüm, hatta ölümle burun buruna geldim. Karşıma çıkan bir emniyet âmiri, merdivenlerin başında, eğer “dur” demeseydi, o dramatik filmlerde olduğu gibi, merdiven boşluğundan aşağıya atacaktı beni. “Dur” deyince durdu orada. Sonra da beni kovdu oradan; “Ne arıyorsun burada?” Caminin imamıyım, askere gitmemiştim daha o gün. 12 Mart ondan sonra geldi, üç sene mahkeme sürdü; ben üç sene mahkûmiyet aldım, bir sene de sürgün aldım ve aylarca içeride kaldım. Ama buna seve seve gittim, hiç şikâyet etmedim. Şikâyet ettimse, siz de bilirsiniz. 12 Eylül’de bir şakî gibi 6 sene kaçtım sadece. İçeriye girenler dediler ki “Gireni iflah etmiyorlar.” Askeriyeden ayrılma rahmetlik Cahid Efendi “Aman Hocam” dedi. İçeriye girdi çıktı. Kader başta beni teslime götürmeyen bir yol irae etti (gösterdi) bana. Ben de o yolda yürüdüm. Teslim olmayı düşünmedim. Sû-i niyetliymiş insanlar, kötü şeyler düşünüyorlarmış. Daha önce çok kötü şeyler düşündükleri gibi bunda da çok kötü şeyler düşünüyorlarmış. Daha sonra 28 Şubat, 27 Nisan meseleleri oldu. O dönemde de tehditler oldu. Hatta ben yine Amerika’daydım 1997’de. Devletin başındaki insan bir yerde önemli bir değişiklik olunca bana telefon etti; “gel” dedi, “durum değişti, burası emniyet ve güven içinde” dedi. Gittim. Yine hastane için Mayo kliniğe geldim. O zaman tedaviye geldim, belki stend taktırmaya geldim o zaman. İşte o gelişle de kaldım. (32:55)

-Aslında şahsım adına endişe duymadım ben. Dünyaya beni bağlayacak hiçbir şeyim yok. Bunları dersem biraz iddia gibi olur. Bir dikili taşım olmadı. Evlad u iyalim olmadı. Çoluğum çocuğum olmadı. İleriye matuf bir hesabım da olmadı. Bunları, mensubu olduğum, gönlümü verdiğim, gaye-i hayal yaptığım davama, düşünceme hep aykırı saydım. (35:04)

-Burada utanarak bir şeyi arz edeceğim size: Askerliğim esnasında annem babam amcamı araya koyarak ve bütün büyüklerim başımda, bana “hayatını değiştir” dediler; çok câzib bir teklif sunduklarında arkasında yürüdüğüm amcama “Ben sizin dininizden şüphe ediyorum” dedim. “Din böyle künde künde üstüne giderken, ben boynumu ona kaptırmışım, bir de ayağıma böyle pranga vurursanız, sırtım yere gelir. Ben öyle şeyleri hiç düşünmüyorum.. hiç düşünmüyorum!” dedim. Çok sevdiğim Yaşar Hoca, İzmir’e geldiğim zaman da boynuma sarıldı Kestanepazarı’nın avlusunda, “Yahu Hoca” dedi, “Falan…” dedi. “Hocam, dedim, ben hiçbir zaman aklımdan geçirmedim öyle bir şeyi, ben sadece kendimi bu işe vakfettim. Başka şeyi düşünmeyi kendime haram sayıyorum.” Objektif değil, herkes için değil; ben zayıf bir insanım.. iki şeyi birden taşıyamam diye, tek şeyi omuzumda taşıyayım diye… Boynuma sarıldı “Sen de beni dinlemezsen, kim dinler?” dedi. Öyle mahzun bıraktım onu. (35:28)

-Dünya adına hiçbir sevdam olmadı, hiçbir şeye bağlanmadım. Çok cazip şeyler ayağımın ucuna kadar geldiği halde, “Bu da benim için olsun” falan demedim, düşünmedim. Tek nam-ı celil-i Muhammedî dört bir yanda şehbal açsın istedim ben. Ama o mevzuda denecekleri doğru diyemedim.. söylenecekleri söyleyemedim.. nefsimi karıştırdım.. sesimi ayarlayamadım… (36:37)

-Sizin sorunuza geleyim: Ben şahsım adına hiç endişe duymadım, hatta “44 yaşındayken, belki beni asarlar” diyordum, “44’te asmadıklarına göre 55, o da 11’in katı..” dedim, “Belki o zaman asarlar!” 66 oldu, “Belki o zaman asarlar” dedim, asmadılar. Ben hep o hülyalara bağlı yaşadım. Rabbim buna şahit, kalbimi O biliyor. Ancak, eğer sizin bir gaye-i hayaliniz varsa, bir mefkûreniz varsa; o da o Türkiye’de yeni yeni problemlerin olmaması, bir kısım huzursuzlukların çıkmaması, bir kısım kazanımların -hafizanallah- kaybedilmemesi için yüzde bir ihtimalle oraya gitmeniz bu hususlara zarar verecekse, işte ben o endişeyle, şahsım adına değil de o endişeyle gitmek istemem. O endişemi de izâle edebilecek bir tablo görürsem, o zaman fakirin bileceği şey. Fakirin bileceği şey.. “Benim bileceğim şey” demek yine benlik kokuyor, “Benim bileceğim şey” demeyeceğim, fakirin bileceği şey. (32:22)

-Gittiğimde oraya, birileri, işin rövanşı peşinde koşan birileri, bazı müesseselere zarar vermek suretiyle, idareyi zor durumda -yüzde bir ihtimalle- bırakacaklarsa şayet, Türkiye’deki olumlu şeylerde bir duraklama olacaksa şayet, ben bir müddet daha ömrüm vefa ederse burada kalmayı; ülkeme, milletime, ülkemde olan o şeylere zarar vermemek için dau’s-sıla deyip sıla sevdasıyla, kahve içtiğim kahveleri bile böyle hatırlayarak ve sonra ondan kaçarak, burnumun kemikleri sızladığı anda ondan uzaklaşarak, burada kalacak, burada yaşayacağım… (38:35)

-Bütün bu endişeler zâil olduğu zaman, oturur, kendi arkadaşlarımla, kader birliği yaptığım arkadaşlarımla meseleyi detaylı görüşürüm, ondan sonra… Ben de arzu ediyorum. Burada öldüğüm zaman bile buraya gömülmeyi istemiyorum; kendi ülkeme, kendi toprağıma gömülmeyi arzu ediyorum. Gelirken burada ölür kalırım diye arkadaşlara “Paranızla bir yer alın, bize ait olsun, Türk milletine ait olsun, oraya gömersiniz” demiştim; fakat sonradan vazgeçtim; daü’s-sıla duygusu öyle düşünmeme fırsat vermedi. (39:22)

-Kendi ülkemde ölmeyi ve mübarek annemin ayaklarının dibine gömülmeyi arzu ederim. Bunu da benim vasiyetim sayın!.. Ama yaptığım şeylerde, düşüncelerimde, planlarımda, gayretlerimde, milletime, ülkeme zerre kadar zarar gelmesine razı olamam. Yüzde bir ihtimalle bile olsa razı olamam ona. (40:04)

-O talep eden arkadaşlarımız, devlet büyüklerimiz kusura bakmasınlar!.. Talep etmeleri onların civanmertlikleri, ama benim bu mevzuda böyle düşünmem de, onlara karşı, onların yaptığı şeylere karşı saygımın gereği… (40:33)