Sıdk İksiri ve Doğruluk Güzergâhı

Sıdk İksiri ve Doğruluk Güzergâhı

Soru: 1) Hazreti Üstad Münâzarât’ta “Her şeyden önce bize lazım olan nedir?” sorusuna üç dört kere “sıdk” diyerek cevap veriyor; doğruluğu, hem ferdî bir fazilet hem de toplumun terakkîsinin iksiri olarak anlatıyor. Bu tesbitini “Küfrün mahiyeti yalandır, imanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekâsı iman, sıdk ve tesânüdün devamıyladır?!.” sözüyle destekliyor. Bu cevabın hatırlattıklarını lütfeder misiniz?

– Sıdk dendiğinde daha çok doğru söz ve hakikate muvafık beyan akla gelmektedir. Fakat aslında sıdk; doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtiva eden, her türlü uydurma beyan ve tavırdan arınmış olmayı da çağrıştıran ve insanın iç-dış, gizli-açık her halini aynı çizgide götürmesi, hilâf-ı vâki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması manalarına gelen daha şümullü bir tabirdir. Nur Müellifi, “Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.” der. (01:14)

-Sıdk ve sadâkatte zirveyi tutan; hayal, tasavvur, duygu, düşünce, hatta mimiklerine kadar bütün hal ve tavırları itibarıyla doğruluğa kilitlenmiş olan hak erleri ise “sıddîk” ünvanıyla anılmaktadır. Özü sözü bir, her haline güvenilir bu kahramanlar, çok samimi, pek hâlis ve olabildiğine sâdık insanlardır. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun getirdiği her şeyi tasdikte kemale erişen, kendisine sunulan mesajlara -aksine ihtimal vermeyecek şekilde- iman eden ve i’lâ-yı kelimetullahı hayatının gâyesi bilen sıddîkların pîri Hazret-i Ebu Bekir (radiyallahu anh)’tır. Aslında Ashâb-ı Kirâm’ın hepsi birer sıddîktır; ne var ki, onların en önünde yer alan ve sadâkat sancağını taşıyan zat Ebu Bekir efendimizdir. Sıddîkiyet makamı, iman, ihsan, aşk ve marifet makamlarının çok üstündedir. (01:28)

-Lügatlerde “yalan”; gerçeğe aykırı asılsız söz, vâkıaya mutabık olmayan beyan, zatında olmamış bir şeyi var gibi sunma ya da söyleyen insanın bilgisini, düşüncesini, kanaatini -kasdî olarak- tam yansıtmayan bir ifade.. gibi değişik şekillerde tarif edilmektedir. Belâgat ilminde, yalanla alakâlı bir tarif daha vardır ki, o çok dikkat çekici ve ürperticidir. Bu zaviyeden, yalan, Allah tarafından bilinen bir şeyin aksini söylemenin, Allah’ın bildiğine muhalif iddiada bulunmanın ve bir meselenin Cenâb-ı Hak nezdindeki keyfiyetine aykırı söz uydurmanın adıdır. Mesela; hak katında sâlihler arasında bulunan iyi bir insandan bahsederken onu yerden yere vurma ve kötü bir adammış gibi anlatma “İnd-i ilahîde yazılı olan değil benim dediğim doğru!..” deme gibi çok büyük bir küstahlık ve küfre yakın pek korkunç bir yalandır. (02:44)

-Tekvinî emirler binlerce yüzbinlerce dille Cenâb-ı Hakk’ı tasdik etmekte; kainâttaki her varlık kendi lisan-ı haliyle ve kendine has diliyle Mevlâ-yı Müteâl’i zikretmektedir. Semadaki yıldızlar da birer ayettir, deryadaki balıklar da. Bütün mahlukât, çevrelerine R. M. Ekrem’in ifadesiyle “Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinât / Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.” hakikatini haykırmaktadır. Ayrıca, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz eşsiz ahlakı, üstün temsili, sayısız mucizesi ile En Yüce Hakikat’i ilan etmektedir. Bütün bu delillere rağmen Allah’ı inkar eden kimseler kizbe giriyorlar demektir. (03:12)

-Sıdk sarayının sultanı Rasûl-ü Ekrem Efendimiz de doğruluk ve güvenilirliği sayesinde pek çok gönlün kilidini rahatlıkla açmıştı. Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve Ümeyye gibi küfrün temsilcileri bile “Vallahi biz bu adamın yalan söylediğine hiç şâhit olmadık.” demek zorunda kalmışlardı. Ebu Cehil, “Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, rifâde, sikâye (hacca gelenleri yedirip içirme vazifesi ve şerefi) bizde diye övünüp duruyorlar. Bir de ‘peygamber de bizden’ derlerse işte ben buna dayanamam.” diyordu. (04:12)

-Hazreti Üstad, “Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennemde hapis nasıl adalet olur?” sorusuna cevap verirken diyor ki, “Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, on beş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, خَالِدِينَ  de (Ebedî kalıcılar.. Nisâ Sûresi, 4:169) hapseder.” (28. Lem’a, On Dokuzuncu Nükte) (06:17)

-Bediüzzaman hazretleri “İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın hassası sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır.” derken sıdkı, sadâkat manasında ele almış; mü’minlerin hem şahsî hem de içtimaî açıdan ilerleyip yükselmelerinin söz, tavır ve davranışlarında doğruluğu kovalamakla beraber, niyetlerindeki hulûsa ve Allah’ın sâdık birer bendesi olarak bulunmaları gerekli olan yerde sâbit kadem durmalarına bağlamıştır. Evet, kendi şahsî hayatında gel-gitler yaşayan, sık sık farklılıklar sergileyen, sürekli değişip duran kimseler muhataplarının içlerine de hep tereddüt salar, şüphe atar ve onları kuşkulara düşürürler. “Acaba bu tavırlarından hangisi doğruydu? Şimdi hangisine inanacak, hangisini esas alacağız?” dedirtirler. Böyle yüzer gezer yaşayan ve hiç güven vaad etmeyen fertler, iktidâ edilecek insanlar olamazlar. (06:51)

-Hazreti Pir, Cennet mekan Yavuz Sultan Selim’in,

“Milletimde ihtilâf ü tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hatta bî karar eyler beni
İttihadken savlet-i a’dayı def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağdâr eyler beni”

sözlerini de iktibas ederek tesanüd (yardımlaşma, dayanışma), vifak ve ittifak üzerinde ısrarla durmuş; en büyük hastalıklardan birinin, ihtilaf; aksine terakkinin önemli bir vesilesinin de vifak ve ittifak olduğunu vurgulamıştır. (08:38)

-Kur’ân, düstûr-u hayat olarak teâvün ve tesânüdü esas almakta; “İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Mâide, 5/2) buyurmaktadır. Evet müminler dinin emirlerini yaşama ve yaşatma hususunda birbirlerine yardımcı olmalı ve birbirlerine dayanarak dini yaşamaya çalışmalıdırlar. Hadis-i şerifin ifadesiyle, “bünyan-ı marsus” haline gelmiş, kurşunla perçinlenmiş gibi birbiriyle kenetlenmiş, kubbedeki taşlar misali bir birlik ve beraberliğe ulaşmış olmalıdırlar. Zira, vifak ve ittifak, Cenab-ı Hakk’ın inayetine bir çağrıdır. (09:15)

-Başka dünyalardaki kaymalar, ilhad kılıfı içinde ve bütün bütün Allah’ı red şeklinde gerçekleşti; İslam dünyasında ise, Müslümanları İslamiyet’ten uzaklaştırma nifakçılar tarafından yapıldı. (11:18)

-İnanmadığı halde inanıyor görünmek, akide ve düşüncelerinde münkir olmasına rağmen farklı bir tavır ve kanaat sergilemek, her zaman duruma göre hareket edip sürekli iki yüzlü davranmak demek olan “nifak”; ferdî, içtimaî bir riyakârlık ve bir ruh hastalığıdır. Bu hastalığı taşıyan mürâî ve münafık, her zeminde ayrı bir tavırda bulunur, her yerde farklı bir görüntü sergiler ve o rengârenk davranışlarıyla âdeta birkaç hayatı iç içe birden yaşar. Din, iman düşmanlarının açıktan açığa diyanet ve mukaddesata sürekli hücum etmelerine karşılık o, çok defa dinî, millî ve vatanî değerlere saygılı görünerek her zaman ehl-i imanı aldatmaya çalışır.. her zaman sinsi davranır ve moda tabiriyle “takıyye”lerde bulunur.. yerinde herkesi dostça kucaklar ama, fırsat bulunca da arkadan hançerlemeyi ihmal etmez. Bu itibarla da o, din, iman ve Kur’ân düşmanı bir münkirden daha tehlikelidir. (12:18)

-Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) münafığın alâmetlerini şu şekilde saymıştır: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman ihanet eder. Konuştuğunda yalan söyler. Birisiyle ahitleştiği, sözleşme yaptığı zaman ona gadreder; söz verse de cayar, sürekli hulf-ül vaadde bulunur. Bir konuda taraf olduğunda haddi aşar, haksızlık yapar; kavga ve nizaları büyütür, düşmanlığa dönüştürür. Evet, Nebîler Serveri, münafığın bu huylarını saydıktan sonra “Bunlar kimde bulunursa o kişi tam münafık olur. Kimde de bunlardan biri varsa, onu terk edinceye kadar o kişide münafıklıktan bir parça bulunmuş olur.” buyurmuştur. Bediüzzaman hazretleri, “Yalan bir lâfz-ı kâfirdir” diyerek bu hakikati bir başka şekilde ifade etmiş; onun küfrün esası ve nifâkın birinci alâmeti olduğunu söylemiş ve küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri için mü’minleri uyarmıştır. (13:04)

Soru: 2) Kur’an-ı Kerim’in farklı ayetleriyle, dünyadan ta ukbâya uzanan bir çizgide, Müslümanın güzergâhı “müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisân-ı sıdk, kadem-i sıdk, mak’ad-ı sıdk” şeklinde hep sıdk vasfıyla anlatılıyor. Bu tabirler, yol, azık ve hedef açısından neler ifade etmektedir? (15:33)

-Farsça’dan dilimize girmiş olan “güzergâh” kelimesi, yol ve şehrah mânâlarına gelir. Fakat güzergâh, daha ziyade bir insanın gitmesi gerekli olan yere, varması icap eden hedefe onu ulaştıran yol demektir. Bu hedefler bazen dünyevî, bazen de uhrevî olur. Ancak, dünyevî hedefler, inanmış bir insan için asıl gaye ve maksat olamayacağından, o, bu hedef ve gayeleri dahi sonsuzluk yolunda uhrevîlik hesabına değerlendirir. “Güzergah emniyeti” tabirini ise, insanın, yürüdüğü yolda, herhangi bir arızaya sebebiyet vermemek için, önüne çıkması muhtemel bir kısım hâdiseleri doğru görüp doğru okuması; neyle yürüdüğüne ve nasıl yürüdüğüne dikkat ederek yaptığı/yapacağı güzel işleri teminat altına alması manasına kullanıyoruz. (16:16)

-Kur’an-ı Kerim, müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisân-ı sıdk, kadem-i sıdk, mak’ad-ı sıdk unvanıyla dünyadan ta ukbâya uzanan bir çizgide, hem uzun bir yola, hem yol azığına hem de neticeye işaret buyurmuştur. Dünya, muhteşem bir sistem ve bir fabrika gibi bütünüyle ahiret hesabına işlediği için, müminlerin bir işe teşebbüs ederken, bir beldeye girerken, bir yere hicret ederken, bir yerde ikamete karar verirken; otururken, kalkarken hep sıdkı, sadâkati gözetmeleri ve öbür âlem hedefli yaşamaları gerektiğini işaretlemiştir. (16:45)

-Kur’an-ı Kerim,

وَقُلْ رَبِّ أَدْخِلْنِي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَأَخْرِجْنِي مُخْرَجَ صِدْقٍ

“De ki: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmeye, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmaya beni muvaffak eyle!..” (İsrâ Sûresi, 17/80) buyurarak, müminlerin birer sıdk u sadakat kahramanı olmaları lazım geldiğine imada bulunmaktadır. (17:04)

-Bir başka ayet-i kerimede

وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي اْلآخِرِينَ

“Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lutfeyle!” (Şuarâ Sûresi, 26/84) buyrulmaktadır. Bu sözü ilk söyleyen Hazreti İbrahim’in bu duası kabul olmuştur; nitekim o Müslümanlar nezdinde hep bir yâd-ı cemîl olarak anılmakta ve dualarla yâd edilmektedir. (18:03)

-Dünyada her adımını doğrulukla ve doğruluğa doğru atan müminlerin ötede ona göre bir mukabele göreceği de Kur’an-ı Kerim’de ifade edilmektedir:

وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا أَنَّ لَهُمْ قَدَمَ صِدْقٍ عِنْدَ رَبِّهِمْ

“İman edenleri Rabbileri nezdinde kadem-i sıdk (ve hüsn-ü istikbâl) ile müjdele!” (Yûnus Sûresi, 10/2) (19:51)

-Hayatını doğruluğa bağlamış müminlerin ahiretteki makamları da sıdk sıfatıyla yâd edilmektedir:

إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَنَهَرٍ فِي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَلِيكٍ مُقْتَدِرٍ

“Şüphesiz müttakîler, cennet bahçelerinde ve ırmaklar başında, O gücü her şeye yeten Sultanlar Sultanı’nın nezdinde sıdk oturağı (ve otağında)dırlar..” (Kamer Sûresi, 54/54-55)

-Sıdkın tamamen bir vicdan mârifeti hâline getirilmesi ve insan tabiatının, her hâl ve her tavrında sadâkate düğümlenmesi doğruluk güzergâhının zirvesidir. Bu zirve en büyük mertebe sayılan rızâ makamının remzi şu mübarek sözle ifade edilir:

رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينـــــاً وَبِمُحَمَّدٍ رَسُـــولاً

“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.” Evet, en büyük sadâkat, Rabbin rubûbiyetine rızâda, İslâm’ın ilâhî sistem olarak kabullenilmesinde ve Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın rehberliğine teslimiyettedir. Gerçek insan olmanın yolu da bu çok ağır, çok zor sorumluluğu yüklenmekten geçer. (20:44)

-Sıdk konusundaki hassasiyetiyle hüsn-ü misal olan Abdullah b. Mes’ud Hazretleri hadis rivayet ederken tir tir titrermiş. Peygamber Efendimiz’in mübarek beyanlarını naklederken o kadar titiz davranırmış ki, heyecandan adeta bütün vücudu ürperir ve alnından boncuk boncuk terler akarmış. Meselâ, herkes tarafından bilinen “Bir günahtan tevbe eden, onu hiç işlememiş gibidir” mealindeki hadis-i şerifi söylerken bile birkaç defa ileri gider, geri gelir, ellerini ovuşturur; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah..” der, o sözü eksiksiz ve ziyadesiz aktarabilmek için âdetâ göbeğini çatlatır ve sonunda da yine “Allahu a’lem” kaydını düşermiş. Talebelerinden biri der ki, “Bir sene boyunca İbn-i Mesud Hazretlerinin yanında kaldığım halde, onun bir kere bile “Rasûlullah buyurdu ki” dediğini duymadım.” İşte böyle bir hassasiyete de isterseniz “dil iffeti” diyebilirsiniz. Adına ne derseniz deyin, söylediğiniz sözlerin vâkıa mütabık olması ve Allah ilmindeki hakikate, yani, o meselenin mahiyet-i nefsi’l-emriyesine denk düşmesi de iffetin diğer bir parçasıdır. İnsan, iffet ve hayâ perdesini yırtmamak için doğrulukta temrin yapa yapa hilaf-ı vâkî beyanlara da bütün bütün kapanmalı ve yalanın gölgesine bile yaklaşmamalıdır. (22:34)

Not: Bu sohbeti yayına hazırladıktan bir iki gün sonra muhterem Hocamız bir Bamteli sohbeti daha yaptılar. “Nağme” olarak neşrettiğimiz o hasbihali henüz görmemişseniz bu haftanın ikinci Bamteli olarak seyredebilirsiniz:

217. Nağme: Takıyye, Mut’a Tuzağı ve Nifak Nezlesi

Bu Bamteli’nin İNGİLİZCE tercümesine ulaşmak için tıklayınız.