Keramet, İkram ve Hikmet

Keramet, İkram ve Hikmet

Soru: 1) Eserlerde “keramet” ile beraber ele alınan “ikram” kavramı hangi manalara gelmektedir? Keramet ile ikram arasındaki farklar nelerdir? Keramet istememe ile alâkalı mülahazalar ikram talep etmeme için de geçerli midir?


-Âciz bırakmak, acze düşürmek mânâlarına gelen “i’câz” sözcüğünden türetilmiş olan “mucize” kelimesi, nübüvveti tasdik, dini teyid ve mü’min kalblerde itminan hasıl etmeye matuf, peygamberin eliyle Allah’ın yarattığı harikulâde hâl, olağanüstü söz ve tavır demektir; bu hâl ve tavrın nübüvvet davasına iktiran etmesi de onun en önemli şartıdır. (00:53)

-Velî; malik, sahip, muîn, sadık, nâsır mânâlarına gelip, hak dostu, hak eri; dostluk hisleriyle Allah’a yönelen ve O’nun tarafından dostluk muamelesi gören ermiş insan demektir. “Veliyyullah” veya “evliyâullah” dendiğinde, bundan “âdâullah”ın karşılığı kabul edilen bütün mü’minler anlaşılsa da -ki aslında, Kur’ân ve sünnette evliyâullah sözcüğüyle anlatılan da budur- tasavvufta velî tabirine yüklenen daha başka mânâlar da vardır. Sofilere göre -ıstılâhî manada- velî; riyazet veya daha değişik mücahede yollarıyla, beden ve cismaniyetini aşıp, kalb ve ruhun hayat mertebesine, dolayısıyla da Hak yakınlığına ulaşan, derken şahsı adına fenâ bulup yeni bir mânâ ile bekâya eren Allah’ın hususî iltifat, ihsan ve teveccühlerine mazhar hak eri demektir. (01:50)

-“Keramet”; Allah’ın halk etmesiyle Hak dostlarında görülen fevkalâde hâl, söz, davranış, nazar, teveccüh ve tesir demektir. Diğer bir ifade ile keramet, Allah’ı seven, O’na itaat eden ve O’nun tarafından da sevilen velî kullara bahşedilmiş ekstra bir ikram ve Cenâb-ı Hakk’ın özel teveccühünden ibaret bir harikadır. (04:32)

-Harikulâde halleri üç kategoride değerlendirmek mümkündür: Peygamberlik davasıyla alâkalı fevkalâde hâllere “mucize”; “tezkiye-i nefis” ve “tasfiye-i kalb”e muvaffak olmuş bir velinin olağanüstü hâllerine “keramet” denilegelmiştir. Bunlardan başka bir de “istidraç” vardır ki, o da, fasık ve facir kimselerin eliyle ortaya konan ve onlar için Allah’ın bir mekri, başkaları için de bir imtihan olan, iman ve salih amele iktiran etmeyen harika hâl, söz ve tavırlardır. (05:33)

-İkram; iltifat olarak verilen hediye, hesap dışı yapılan indirim, bağış, Allah’ın lütfu ve ihsanı manalarına gelmektedir. Eserlerde, kulun hiçbir dahli olmadan gelen ilahî ihsanlar “ikram” tabiri ile anlatılmaktadır. Gerçi kerameti, bir teveccüh ve bir ikram-ı ilâhî olarak görüp hamd ü senâ vesilesi yapmak mümkündür; ama, müzekkâ olmayan nefisler için böyle bir şeyin fahre, gurura bâdî olması da her zaman ihtimal dahilindedir. Özellikle de enaniyetlerin iyice kuvvetlendiği günümüzde, aslında Allah’a yakın durmanın bir semeresi sayılan ikram ve ihsan bazı ahvalde Hak’tan uzak düşmeye sebebiyet verebilir. Bu itibarla da, O’nun yakınlığı hatırına, mânevî hazlar dahil O’ndan gayrı her şeyden kalben uzak bulunmaya çalışmak daha az hatarlı olsa gerektir. (07:35)

-Üstad’ın “Sünûhât”ta verdiği ölçüye göre; hayat-ı içtimâiyede herkesin görmek ve görünmek için bir penceresi vardır. Boyu uzun olanlar pencereden görünmek için tekavvüs ederler (kavis şeklinde eğilip bükülürler), boyu kısa olanlar da görünmek için tetâvül ederler (parmaklarının ucuna basıp başlarını yüksekte tutar, boyları uzunmuş gibi dururlar.) İnsanın büyüklüğünün Allah indinde gerçek emaresi yüzü yerde olmaktır. (12:00)

-İnsan, kendi ihtiyarı haricinde fevkalâde şeylerle karşılaşırsa, onları -keramet değil- aşk u şevkinin artması için Allah’ın lutfettiği bir ikram olarak kabul etmeli, aynı zamanda bir imtihanla karşı karşıya olabileceğini düşünmeli; fakat, onlardan dolayı asla caka yapmamalı, kendi nefsine pay çıkarmamalı; onları şahsî faziletlerine karşı bir mükafatmış gibi görmemeli/göstermemelidir. Bir insanın, keramet gibi şeyleri bir üstünlük vesilesi sayması ve kendi faziletine terettüb eden bir lütuf şeklinde kabul etmesi vesile-i haybettir, hüsrandır ve aldanmışlıktır. (13:30)

-İnsan şahsı ile alâkalı harikulade hallerin istidrac olabileceğinden korkmalıdır. Fakat, Cenab-ı Hakk’ın diğer insanlara, hususiyle de bir cemaat, cemiyet ya da câmiaya olan lütuflarını istidrac olarak görmek su-i zandır ve günahtır. (14:00)


Soru: 2) “İkramın izharı, tahdîs-i nimettir. Onda kisbin medhali yoktur; nefis onu kendine isnad etmez.” sözünden maksat nedir? (14:53)



-Nur Müellifi, Rehber-i Ekmel (aleyhissalâtu vesselâm) Efendimiz’in “Allah (dilerse), İslam dinini fâcir bir kişi ile de te’yid edip kuvvetlendirir.” hadis-i şerifine istinaden, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini fâcir bir adamla da te’yid ve takviye eder.’ sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-ü fâcir bilmelisin!” diyerek bize mü’mince düşüncenin bir başka yanını hatırlatmıştır. Demek ki, bir insan, dine ve diyanete hizmet ediyor olsa bile, gurur, ucb ve riyaya düşmemek için çok temkinli hareket etmeli; hizmetlerinden ve mazhar olduğu ilahi ihsanlardan dolayı asla şımarmamalı, gurura kapılmamalı ve kendisini emniyette saymamalıdır. Aksine, şahsı itibarıyla fısk u fücura açık olduğunu hep hatırda tutmalı, nefsi ile başbaşa kaldığında her haltı karıştırabileceğine inanmalı; dolayısıyla Allah’ın lütuflarını bir istikamet çağrısı ve yolda kalmaması için kendisine bahşedilen aşk u şevk vesilesi olarak görmelidir. (15:13)

-Tahdîs-i nimet, Allah’ın nimetlerine karşı şükür duygusuyla dolmak ve O’nun lütuflarını ilan etmektir. Bir başka ifadeyle, Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verilen nimetleri düşünmemiz neticesinde onları bahşeden Rabbimize karşı içimizde minnet hislerinin coşması ve bu hamd ü senâ duygusunun şükür nağmeleri olarak dudaklarımızdan dökülmesidir. Ne var ki, -günümüzde enaniyet çok ileriye gittiğinden, şeytan ve nefis gibi iki azılı düşman en masum meselelerde bile tuzaklar kurduğundan dolayı- bugün tahdîs-i nimetin gürül gürül seslendirileceği yerlerde bile çok temkinli davranmak ve istidracdan korkmak lazımdır. (16:43)

-Küfrân-ı nimetten kaçınmalı, bir damla nimet karşısında bile yüz defa şükürle gürleyerek hep minnet hisleriyle oturup kalkmalısınız; ne var ki, meziyet, kemâlât ve hususi iltifatların varlığını kabul etmekle beraber onlara sahip çıkmamalı, kendinize mal etmemeli ve hepsinin Allah’ın lütufları olduğunu gönlünüzde duymalısınız. Yerine ve şartlara göre, özellikle gurur ve kibre kapılıp şirk şaibesine bulaşmaların söz konusu olduğu demlerde cemaatin, câmianın, şahs-ı manevinin mazhar kılındığı ilahî iltifatları gürül gürül ilan etmeli, fakat, bilhassa kendi şahsınıza müteveccih ihsanları hamd ü senâ hisleriyle karşılamanın yanı sıra, onların istidrac olabilecekleri hususunda da endişe duymalısınız. (19:30)

-Cenâb-ı Hakk’ın bir insanı dinine hizmette istihdam etmesi de bir ikram-ı ilahîdir. Ne var ki, bazı kimseler bu şekilde istihdam edilmelerine karşı tahdîs-i nimette bulunurken -içten içe fahirlendikleri halde- başkalarına “estağfirullah” dedirtmeyi de mülahazaya almış olabilirler. Eğer, tevazu görünümlü süklüm püklüm olmalar, eğilmeler, temennâ durmalar, tahdis-i nimet televvünlü sözler, ifadeler insanın tabiatının bir neticesi, gerçekten inanmışlığının yansıması ve samimi duygularınınn dışa aksedişi değilse, bunlar şirk işmam eden “estağfirullah” yatırımları sayılır. (21:13)


Soru: 3) Bütün dinî emirlerin bildiğimiz ya da bilemediğimiz pek çok hikmeti ihtiva ettiğine inanıyoruz. Akıl ve teslimiyet açısından bakıldığında, ibadetler ile muameleler arasında farklılıklar var mıdır? İbadetlerde taabbudîliği, muamelâtta ise hikmeti esas kabul etmek doğru bir yaklaşım mıdır? (24:14)



-İslam’da amelî hükümler, ibadetler ve muamelât olmak üzere iki başlık altında toplanabilir. Sözlükte, boyun eğme, itaat etme, tapınma, kullukta bulunma manalarına gelen ibadet, Allah rızasını kazanmak için yapılan, Allah’a yakınlık kazandıran ve şekli Allah tarafından belirlenmiş bulunan, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi şuurluca ortaya konan fiillere denir. Muamelat ise, evlenme, boşanma, akit, ceza, miras, şahitlik, alış-veriş ve davalar gibi ibadetlerin dışında kalan ve insanların gerek birbirleriyle gerekse toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hususları ihtiva eden hükümlerdir. (24:40)

-Taabbudîlik; ibadetleri sadece ubudiyet anlayışı ve kulluk şuuruyla yerine getirme, ibadetlerin arkasında emr-i ilahîden başka değişik sebepler aramama, onları zamanına, şekline ve keyfiyetine riayet ederek ifa etme ve neticesini de ahirette Allah’tan bekleme demektir. (25:19)

-Genel manada ifade edilecek olursa, ibadetlerde taabbudîlik; muamelat alanına giren hükümlerde ise, hikmet ve maslahat esastır. Bununla beraber, her ibadetin pek çok hikmeti, her muamelenin de bir kısım taabbudî yanları vardır. (25:37)

-İbadetler yerine getirilirken, -onların ifade ettiği manalar ve hikmetler bilinsin ya da bilinmesin- değişik mülahazalara girilmeden sadece ubudiyet ve saf kulluk düşüncesiyle hareket edilmelidir. Allah’ın Hakîm isminin muktezası olarak ibadetlerin bize kazandıracağı bir kısım dünyevî hikmet ve maslahatlar olsa bile, bizim kulluğumuzun hakiki sebebi emr-i ilahî olmalıdır ve ibadetlerimizin neticesi ve semeresi de bu dünyada değil ahirette olacaktır. (25:51)

-Taabbudîlik, kulluk vazifesinin arkasında hiçbir şey aramama ve amelleri sadece Allah’ın emrine bağlama duygusunu, Allah’a (celle celâluhû) halisâne teveccüh hissini meydana getirdiği için çok önem arz eder. Hatta sadece ibadetlerde değil; ferdî, ailevî ve ictimaî hayatla alâkalı vaz’edilmiş esaslarda da bir taabbudîlik vardır. İnsan günlük hayatında yapageldiği işlerde ve muâmelâtta da sadece emredildiği için yapma niyetini gözetebilir. Âdiyât ve muâmelâtta akla, mantığa ve hikmete muvafık mânâlar daha çok görülse bile, insan onların da “emredilmiş olmaları”nı esas alabilir. Böylece ister ibadetlerini, isterse günlük hayatta yapageldiği şeyleri, taabbudîlik mülahazasına bağlı yapar ve kendisini hâlisâne kulluk ruhuna alıştırmış olur. Bu cümleden olarak, Peygamber Efendimiz’in ardından gitme ve O’na benzeme niyetiyle ortaya konan âdetler, örfî muameleler ve fıtrî hareketler dahi ibadet şeklini alır ve insana sevap kazandırır. Yeme-içme, oturup kalkma, alıp satma gibi sıradan iş, âdet ve muameleler esnasında ilahî emirleri ve Allah Rasûlü’nü düşünüp O’na tâbi olmaya niyetlenen insan, âdetlerini dahi ibadete çevirmiş ve böylece her hareketiyle sevap kazanmış olur. (29:48)