Hicret, Ric’at ve Mukaddes Hüzün

Hicret, Ric’at ve Mukaddes Hüzün

Soru: Bir mü’min, i’lâ-yı kelimetullah gayesiyle bir beldeye hicret ettikten sonra bazı sebeplerden dolayı geri dönse, bu dönüş talihsiz bir ric’at mı sayılır, yoksa yeni bir hicret mi? Bir göçün Hak nezdinde hicret kabul edilmesi hangi hususlara bağlıdır?



-Mi’rac semaya doğru bir göç idi; hicret de, bir yönüyle onun iz düşümüdür ve murad-ı ilahi kasdıyla bir yerden daha önemli bir yere göçtür. (01.20)


-Peygamber Efendimiz, “Gerçek muhacir, günahlardan hicret eden, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzak kalan kimsedir” buyurur. Dolayısıyla, en büyük muhacir günahlardan uzaklaşan ve Allah’ın yasakladığı şeylere girmenin muhtemel olduğu yerlerden ayrılıp helallere açık atmosferlere sığınan kimsedir. Bu açıdan, günahları terk etmekten kıyamete kadar cereyan edecek olan hak yolundaki yolculuklara kadar bütün mukaddes göçler hicret çerçevesinde değerlendirilebilir. (02.55)


-Yola çıkarken aynı ölçüde halis bir niyete muvaffak olamayıp Allah rızası değil de makam, mansıp, mal, mülk gibi dünyevî menfaatler elde etme gayesi güdenler için de fırsat bütün bütün kaçmış değildir. Onlar da, hicret gibi amellerde başlangıç itibarıyla niyet şart olmadığından dolayı, tashih-i niyetle hicret sevabını elde edebilirler. Bir insan hayatı boyunca ne zaman Allah’ın rızasını ve Rasûlü’nün şefaatini gözeterek i’lâ-yı din uğrunda göç ederse etsin, o muhacir olarak değerlendirileceği gibi, başlangıçta hicret niyeti taşımasa da sonradan niyetini tashih eden kimseler de -inşaallah- muhacirler safında sayılacaklardır. (05.40)


-Ashab-ı Kirâm efendilerimizin yaptıkları gibi, günümüzün muhacirleri de, geri dönme telaşına düşmeme, hizmet beldesini terketmeme ve vazifeyi yarıda bırakıp oradan ayrılmama azmiyle hicret etmelidirler. Dönmek bir yana, onlar hicret mahalleri dışında bir yerde vefat etmekten bile korkmalı, başka yerde ölmeyi hicreti eksik bırakma olarak görmelidirler. (10.16)


-Hicret yurdu ancak başka bir hicret diyarı niyetiyle terk edilebilir. Adanmış bir ruh, tercih ve takdirlerini kendi tercih ve takdirlerinden daha kıymetli saydığı, değerlendirmelerine itimad ettiği rehberlerinin, dostlarının ve arkadaşlarının vazife ve yer değişikliği hususundaki tavsiyelerine uyup onların işaret ettikleri başka bir beldeye gidebilir. Şu kadar var ki, yeni yerine giderken de yine “ölüm anına kadar hicret beldesinden ayrılmama” esasına uygun şekilde niyetini gözden geçirmelidir. Bu esasa bağlı kalan bir insan, her göçüyle yeni bir hicret sevabı kazanır. (14.33)


-Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs (radıyallahu anh) Vedâ Haccı senesinde Mekke’de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Orada vefat etmekten çok korkmuş ve kendisini ziyarete gelen Peygamber Efendimiz’e şöyle demişti: “Yâ Rasûlallah! Arkadaşlarım gidecek de ben kalacak mıyım; yoksa ben burada mı öleceğim?” Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de ona, “Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah’tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak Allah rızası için güzel işler yapacak ve yükseleceksin; kimi insanlar (mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecekler.” demiş; “Allahım! Ashâbımın hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma!” diye dua etmişti. Sa’d İbn-i Havle’nin Mekke’de ölmesine üzüldüğünü de ifade buyuran Efendimiz sözlerini şöyle bitirmişti: “Acınacak durumda olan Sa’d İbn-i Havle’dir, yazık onun haline!” (16.08)


Soru: Bir hadis-i şerifte, Kur’an-ı Kerim’in hüzünle indiği ve hüzünle okunması gerektiği ifade ediliyor. Kur’an’ın hüzünle inmesi ne demektir? Hüzn-ü mukaddesten maksat nedir? (19.55)



-İnanan bir insan da bazı korkular yaşayabilir, bazen bir kısım endişelerin ağına düşebilir. Fakat, onun korku ve endişeleri dünyevîlikten çok uzaktır ve mukaddes bir hüzün çerçevesindedir. Çünkü, o korku ve endişelerin arkasında, mücerred, kuru bir imana güvenmeme duygusu ve imanı daha sağlam bir teminat altına alma ihtiyacı vardır. İnsanın kendi ameline güvenmemesi, imanını koruma altına almak için emin yollar araması ve her an düşebileceği endişesiyle Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine iltica etmesi de yine imandan kaynaklanan bir hüzün halidir. (21.30)


-Bir insanın, ahiret hesabına korkması ve kendi akıbetinden endişe etmesi çok önemlidir. Çünkü bu endişe, onu Allah’a yönelmeye ve günahlara karşı tavır almaya sevkeder; gelecekte tehlikeli hallere maruz kalmaması için, teyakkuza geçmesini ve uyanık olmasını sağlar. (22.14)


-Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste “İki korkuyu ve iki emniyeti bir arada vermem.” buyurmaktadır. Evet, dünyada ahiretinden endişe etmeyen ve öteler için hazırlık yapmayanlar, orada korkularla kıvranacak; burada havf (korku) içinde yaşayanlarsa, ahirette emniyet ve huzur içinde olacaklardır. (25.25)


-Korku ve akıbet endişesinin derecesi imanın derecesini de gösterir. “Rab’lerine döneceklerine inandıklarından kalbleri titreyenler, O’nun yolunda mallarını harcayanlar, evet, işte onlardır hayırlara koşanlar ve o işlerde öne geçenler!” (Mü’minûn, 23/60) meâlindeki ayet münasebetiyle, Hazreti Aişe validemiz buyurur ki: Bu ayet nâzil olunca “Korkudan tir tir titreyenler, zina etme, hırsızlık yapma, içki içme gibi haramları irtikap edenler midir?” diye Rasûlullah’a sordum. Allah Rasûlü, “Hayır yâ Âişe, ayette anlatılanlar, namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve sadaka verdiği halde, amelinin kabul olup olmadığı endişesiyle tir tir titreyenlerdir.” buyurdular. (26.10)


-İnsan, hayatının son dakikasında bile olsa, o tek dakikayı değerlendirip Allah’a dönebilir, O’na yönelip kurtulabilir. Dolayısıyla, endişeleri deşeleyecek hadiseler ve günahlar karşısında ye’se düşmek ve karamsarlığa kapılmak değil, recâ duygusuyla tevbeye ve salih amellere yapışmaktır esas olan. Bir Müslüman, Allah’ın engin rahmeti varken asla ye’se düşmez; Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine teveccüh ederek, yitirdiği şeyleri bulmaya ve kaçırdıklarını telafi etmeye bakar. (27.30)


-Hüzn-ü mukaddes ve Hazreti Ali (kerremallahu vechehu) … (27.50)


-Allah Kelamı’na muhatapları açısından bakacak olursanız, Kur’an-ı Kerim’in insanlar üzerine adeta ağladığını görürsünüz. O, bir yandan Cennet’i, bir taraftan da Cehennem’i göstererek sürekli “Amanın, amanın, amanın!..” diye inlemektedir. (30.47)


-Kur’ân’la münasebetimiz açısından asıl mesele kalb, şuur, irade, idrak ve hislerimizle ona yönelebilmek ve benliğimizin bütün buutlarıyla onu duyabilmektir. İşte böyle bir yöneliş ve duyuş sayesinde Allah’ın (celle celâluhû) bize seslendiğini hisseder, suya ve ziyaya ulaşmış rüşeymler gibi birdenbire yeşeririz. Okuduğumuz ayetin her kelimesinde, her cümlesinde farklı derinliklere erer; aynı anda bir yandan ruhumuzun atlasını temaşa ederken, diğer yandan göklerin haritasını müşahede etme ufkuna ulaşırız. (31.55)


-Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki; “Bu Kur’an hüzünle inmiştir. O’nu okurken ağlayın. Şayet ağlayamıyorsanız, kendinizi ağlamaya zorlayın.” Bu tesbitten hareketle, güzel vasıfları kazanmada da başlangıçta sun’i ve tekellüflü adımlar tabii görülmelidir. Başlangıçta insan biraz zorlanabilir; tekellüflere girebilir. Fakat unutmamak lâzımdır ki, her mutâvaat, tekellüfün bağrında yeşerir, gelişir, kök salar ve bir çınar haline gelir. Evet, insan tabiatının bir mesele karşısında boyun eğmesi ve onu kabullenmesi (mutâvaat), biraz zorlanma ve az sun’îliklere girme (tekellüf) sonrasında mümkün olur. (33.08)


-Hazreti Üstad’ın namazı duyma gayreti ve Allah karşısındaki hali… (33.42)