Hakk’a Tam Yönelmenin Unvanı: Tebettül

Hakk’a Tam Yönelmenin Unvanı: Tebettül

Soru: 1) İbadetleri, Cennet arzusu, Cehennem korkusu, mehâbet duygusu ya da abd-Mâbûd şuuruyla eda etme açılarından -sofilerin taksimiyle- “tâcirân”, “bendegân”, “sâdıkân” ve “âşıkân” zümrelerinin hususiyetleri nelerdir? Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde bu taksimâtı da ihtiva edecek şekilde müstakil bir bahis olarak ele alınan “tebettül” kavramı hangi manalara gelmektedir?



-İnsanda Cennet arzusu olmalıdır; ancak ibadet, kat’iyen Cennet arzusuyla eda edilmemelidir. Belki kulluk vazife ve mesuliyetlerimiz, Kudret-i Bînihaye ve Rahmet-i Nâmütenâhî’ye sunulan ubûdiyet veya derecesine göre ubûdet olarak görülmelidir. Cennet’e girme meselesi ise Cenâb-ı Hakk’ın lütfundan ekstra olarak beklenmelidir. Bunu teyit eden bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Hiç kimse ameliyle Cennet’e giremez.” buyurur. Bunun üzerine sahabe-i kiram, “Siz de mi ya Rasûlallah?” diye sorunca Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Evet ben de amelimle Cennet’e giremem. Ancak Cenâb-ı Hak rahmetiyle beni sarıp sarmalar ve fazlıyla ve ekstra lütuflarıyla serfiraz kılarsa o müstesna.” (01:16)


-Allah, Allah olduğu için Mâbud’dur. Evet, Allah, Mâbud-u mutlak, Maksud-u bi’l-istihkak ve Mahbub-u bi’l-hak olduğu için biz O’na ibadet ediyoruz. Aslında burada keynunet ifade eden “oldu” kelimesini dîk-ı elfâzdan dolayı kullanma mecburiyetinde kalıyoruz. Bundan dolayı bu hakikatin belki şu şekilde ifade edilmesi daha doğru olacaktır: Allah, Allah’tır ve bundan dolayı bizim O’na kullukta bulunmamız O’nun hakkı, bizim de vazife ve borcumuzdur. (05:10)


-Hakikî tebettül erleri her zaman, sadece dünyevî mal-menâl değil, uhrevî arzu ve isteklerinde de disiplinli yaşamış ve rıza hedefli bir yörünge takip etmişlerdir. Öyle ki onlar, öteler ve öteler ötesi engin mülâhazalara daldıklarında ne Cennet ve hûri-gılmanı düşünmüş, ne evvelen ve bizzat Cehennem endişesine kapılmış ne de ibadet ü taatle dünya ve ukbâya ait bazı şeyleri pazarlamaya kalkışmışlardır ki, sofîlere göre bunlardan birinciler “tâcirân”, ikinciler “bendegân”, üçüncüler “sâdıkân”, Hakk’a hasr-ı nazar edip onun berisinde her şeye kapanan dördüncüler de “âşıkân”dır. Âşıkân, kulluğunu hiçbir beklentiye bağlamayan, sırf “Sevilmek O’nun hakkı, sevmek ise bizim vazifemiz.” mülâhazasıyla yaşayan kimselerdir ve gerçek tebettül kahramanları da işte bunlardır. (06:51)


-“Tebettül”, Kur’ân-ı Kerim’de Müzzemmil sûresinde bi’setin bidayetinde Peygamber Efendimiz’e emredilen hususlardandır. Rasûl
-ü Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), vahyin sıkleti, âlemin farklılaşması, buudların değişmesi, âlem-i lahuta kapıların açılması karşısında kendisine verilecek olan risalet vazifesine Cenâb-ı Hak tarafından yavaş yavaş rehabilite edilmişti. Bu zor vazifeye hazırlama sadedinde kendisine,

وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلاً

“Bir de O’na karşı tebettül yolunda ol, (fânilere bel bağlamaktan kurtul ve bütün gönlünle yalnız O’na yönel).” (Müzzemmil, 73/8) buyrulmuştu. (10:50)


-Tebettül, tekellüf ifade eden bir bapta kullanıldığı için şu mânâya gelir: “Sen, mâsivâdan sadece bir kereliğine kat’-ı alâka etmekle kalma. Bu mevzuda istikrar ve istikamet içinde ol ve kendini zorla. Varlık, mahlûkat, fıtratına yerleştirilen arzular ve evlad u iyalin var olduğu hâlde, sen bunları kendi düşünce ve iz’an dünyanda ademe mahkûm et; et de cismaniyetinden sıyrıl, bedenî varlığından tecerrüd et, kalb ve ruhun yörüngesine binerek bütün benliğinle Allah’a müteveccih ol, O’na yönel, O’na yürü.” (12:20)


-Âyetin son kelimesinden anlaşılacağı üzere, esas maksud, tebettülden ziyade her şeyden kat’-ı alâka etme keyfiyetinin zuhuru demek olan tebtîldir. Tef’il babında gelen tebtîl, teksir (çokluk) içindir. Ancak tebtîlin gerçekleşmesi tebettül sayesinde olur. Tebettüle, mebde’de iradenin hakkını vererek Hakk’a hasr-ı nazar ve hasr-ı himmette bulunup bütün mâsivâdan kat’-ı alâka yoluyla O’nu tam bilme, bulma, hatta bilmeler ötesi bulmaya kilitlenme de denmiştir ki; bu zirveyi ihraz eden kimseye de “betûl” denir. Hazreti Meryem’e “Betûl” unvanı bundan dolayı verilmiştir. Zaten o muallâ validemiz, tebettülle tebtîle ermişlerin başında gelenlerden biri olarak kabul edilir. O, her şey var olduğu hâlde Allah’tan başka hiçbir şey görmemiş, O’na im’ân-ı nazar etmiş, yoğunlaşmış, konsantre olmuş; bütün mâsivâdan kat’-ı alâka ederek mihraba kapanmış ve bu sayede âdeta ahiretin semeratı ile beslenmeye başlamıştır. (13:01)


-Meryem Validemiz, iffetini koruma mevzuunda o kadar hassastır ki, önünde temessül eden ruhanî karşısında tir tir titremiş ve “Senden Allah’a sığınırım.” (Meryem, 19/18) demiştir. Onun bu hususiyetlerinden dolayı kendisine, “Betûl” ile beraber “Azra” ismi de verilmiştir. Evet, her şey var olduğu hâlde her şeyden kat’-ı alâka etmek, tevhid-i kıble yapıp öyle azralaşmak ve öyle betülleşmek lazım. İşte tebettül, böyle bir yolda yürümenin ve böyle bir güzergâhın ad ve unvanıdır. (14:50)


-Tebettül emrinin,

وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ

“Rabbinin yüce ismini zikret!” (Müzzemmil, 73/8) beyanını müteakip gelmesi, daha işin başında tebtîl ve tebettül yolunun en önemli bir esasını hatırlatmaktadır ki bu da, yola koyulmadan evvel yol azığının hatırlatılması türünden bir tenbihtir. Binaenaleyh sofîye, tebtîle ulaşmanın daha ziyade tezkîr, tezekkür ve zikir yoluyla gerçekleştirilebileceği kanaatini taşımışlardır. (18:35)


Soru: 2) Bazıları “tebettül”ü dünyadan tamamıyla el etek çekerek, evlenme ve ev-bark edinme gibi nimetlerden vazgeçerek, hatta meşrû lezzetleri de topyekün terkederek bütün ömrü inzivada geçirmek şeklinde tarif edilen ruhbanlığa benzetiyorlar. Tebettül’ü ruhbâniyetten ayıran en önemli farklılıklar nelerdir? (19:11)



-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “İslamiyet’te ruhbaniyet yoktur” diyerek, hem akîde, hem diyanet ve hem de zühd anlayışı açısından ölçüsüzlüğü, dengesizliği, fıtratla zıtlaşmayı ve haddi aşmayı reddetmiştir. (19:38)


-Cenâb-ı Hak, uzlet ve riyazet yolunu katı bir ruhbaniyete dönüştürerek bir çıkmaz sokak haline getiren kimseleri şöyle anlatmaktadır: “Sonra bunların ardından peş peşe peygamberlerimizi gönderdik. Özellikle Meryem’in oğlu Îsâ’yı arkalarından gönderdik, kendisine İncîl’i verdik ve ona uyanların kalblerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Uydurdukları ruhbanlığı ise Biz kendilerine farz kılmadık, lâkin Allah’ın rızasına nail olmak için kendileri icad ettiler. Kaldı ki ona gereği gibi de riâyet etmediler. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik, onların çoğu ise büsbütün yoldan çıkmışlardır.” (Hadîd, 57/27) Kısaca mealini verdiğim bu âyete göre, aslında ruhbaniyet Hazreti Îsâ’nın dininde de farz değildir. Ne var ki, Hristiyanlığın bazı müntesipleri bu mevzuda iki kez yanlışlık yapmışlardır. Önce, Allah’ın emretmediği bir şeyi nefislerine vacip kılmışlar; sonra, Yüce Yaratıcı’nın rızasını kazanma niyetiyle çıktıkları yolda fıtrata ters düştüklerinden dolayı, nefislerine vacip kıldıkları o şeyin hakkını da verememişlerdir. (21:08)


-Bazı dinlerdeki ruhbanlık çeşitlerinde öz itibarıyla fıtrata karşı savaş açıldığından dolayı çok büyük hezimetler görülmüştür. Çünkü, fıtrat, her zaman kendisine karşı savaş açanlardan intikamını almıştır/almaktadır. Ruhbanlık adı altında ölçüsüzlüklere girilince, helaller haram, haramlar da değişik yorumlarla helal sayılınca, sadece bazı kimseler için sübjektif olarak ve muvakkat bir surette kabul edilebilecek bir kısım çile ve riyazetler objektif kaidelermiş gibi herkese ve uzun süreli olarak teklif edilince ve böylece insan tabiatında bir deformasyona gidilince, fıtratın intikamı öyle şiddetli olmuştur ki, dünyevîliğe, şehvete ve ihtirasa en fazla gömülenler, ruhbaniyet iddiasında bulunanlar ve onların soylarından gelenler arasından çıkmıştır. (25:17)


-Mutlak tebettül diyebileceğimiz, her şeyden kat’-ı alâka etme ve çevresindeki her şeyi elinin tersiyle itme meselesi, seyr u sülûk-i ruhânîde muvakkaten yaşansa bile, hayatın tabiî seyri içinde mütemadi hâle getirilmemelidir. Böyle yaparsanız, hiç farkına varmaksızın değişik suistimalata kapı açmış olursunuz. Çünkü insan hayatında meşru daire içinde bir kapı aralığının bulunması gerekir. Elbette ki meşru dairedeki bu zevk ve lezzetler keyfe kâfidir. Fakat siz o yolu kapatır, meşru dairedeki o zevk ve lezzetlerden insanların istifade etmesini temin etmezseniz, onların gayr-i meşru daireye girme ihtimalini artırmış olursunuz. (26:33)


-Evet, insanların Allah’ın emirleri çerçevesinde bir hayat yaşamalarını istiyorsak ne yeme-içmede, ne ailevî hayatta, ne de çoluk çocuk sahibi olma gibi mevzularda meşru dairedeki kapıları kapamamalıyız. Çünkü tabiat içinde yaratılan, tabiat ananın beşiği ile sallanan, tabiat annenin memelerinden süt emen bir insanın tabiata aykırı bir yol takip etmesi mümkün değildir. Aksi takdirde kendi tabiatını bozmuş ve tabiatında deformasyona uğramış olur. Zaten tebettülü ruhbaniyetten ayıran en önemli fark da budur. (28:10)


-Tebettülde bir taraftan yaşatma arzusuyla hayatın göbeğine otağını kurup oturma varken diğer yandan da kalbî, ruhî, hissî ve zevkî hayat itibarıyla nâmütenâhîye açılmak ve her zaman Allah’la münasebet içinde bulunmak söz konusudur. Bundan dolayıdır ki bu yol daha selâmetli, daha emniyetli ve daha güvenlidir. (30:24)


Soru: 3) Tebettül; “Hakk’a mahrem olanlara has bir kurbet tavrı ve farklı bir vuslat” olarak tavsif ediliyor. Bu açıdan, tebettül, sadece evliyaya ait bir keyfiyet midir? Velîlik mertebelerine otağını kuramamış mü’minler için de bir tebettülden bahsedilebilir mi? (31:29)



-Diğer fazilet ve meziyetlerde olduğu gibi, tebettülün de bir hakikîsi ve bir de izâfîsi vardır. Başta Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun hakikisine mazhardır. Çünkü zirve insan-ı kâmil olan Efendimiz hukuk-u dünya ve hukuk-u aileyi görüp gözetmenin yanı başında hukukullaha da bihakkın riayet etmiştir. Dolayısıyla tebettülü hakiki mânâda temsil eden de O olmuştur. Betuliyette örnek birer kadın olarak cahiliye döneminde bile iffetiyle yaşayan Hazreti Hatice Validemizi, daha sonra Hazreti Âişe ve Hazreti Fatıma validelerimizi ve onlardan sonra da derecesine göre diğer ezvâc-ı tâhirâtı bu kategoride mütalaa edebilirsiniz. Ancak tebettülün de “medaric” diye isimlendirebileceğimiz, kendine göre farklı dereceleri olduğundan her birinin durduğu basamak farklı farklıdır. Bu hâli yukarılara doğru tırmanılan bir helezon gibi düşünecek olursak, herkesin derecesine göre bu helezonda durduğu bir basamak vardır. (31:49)


-İnsanlığın İftihar Tablosu, seyyidü’l-ma’sûmîndir, günahın semtine bile uğramayan bir iffet abidesidir. Aslında O’nun izdivaca hiç ihtiyacı olmamıştır; fakat, İki Cihân Serveri fıtrata uygun bir sünnet vazetmiş; o sünneti kendisi de uygulamış ve onun tatbik edilebilir bir sistem olduğunu ümmetine göstermiştir. O, en mükemmel rehber olduğundan objektif esaslar ortaya koymuştur. Bizim için örnek alınacak ve yoluna uyulacak yegâne insan da O’dur. Dolayısıyla, İslam’da dünyadan tamamıyla el etek çekerek hiç evlenmeme ve çoluk-çocuğa karışmama şeklinde bir ruhbaniyet yoktur; peygamberâne bir tebbettül söz konusudur. (33:20)


-O ilk saftakilerin berisinde kendini i’lâ-yı kelimetullah davasına adayan uzzâb vardır. Sahabe ve tabiinden böyle insanlar olduğu gibi, İslâm tarihi boyunca, Nevevi’den Hz. Pîr-i Mugân’a kadar Allah davasına omuz vermiş daha pek çok uzzab söz konusudur. İmam Nevevî, günde ölmeyecek kadar bir iki lokma bir şey aldığını söylüyor. Bunun gerekçesi olarak da şöyle diyor: “Cenâb-ı Hak bana: ‘Ben seni yiyecekleri alacak, öğütecek ve götürüp ıtrahat mahalline atacak bir varlık olasın diye mi yarattım?’ demez mi?” Diğer yandan, çok yemenin uyku getireceğini, oysa ki yazılıp çizilecek çok şey olduğunu söylüyor ve dine hizmeti bunun önünde görüyor. Fakat hemen ifade edelim ki, onun bu ifadeleri çok âli mülâhazalar olsa da sübjektif bir içtihat olduğundan herkesin mutlaka uygulaması ve uyması gereken mülâhazalar değildir. Ancak o ve onun gibi büyük zatların hâlis niyetlerine bakıldığında onları o noktada mazur görmek gerekir. Ayrıca onlar zaten bu hâllerini kimseye telkin etmemiş ve başkalarına, “Mutlaka siz de böyle yaşamalısınız!” dememişlerdir. (35:22)


-Çağımızda, İmam Nevevî ile aynı çizgiyi paylaşan zata geldiğimizde de benzer mülâhazalara rastlarız. Kendisine “İzdivacı düşünmedin mi?” diye sorduklarında, böyle bir sünneti terk ettiğinden dolayı duyduğu üzüntüyü ifade etmekle birlikte, hususi bir mahfilde, âlem-i İslâm’ın derdini düşünmenin, kendisini o meseleyi düşünmeden alıkoyduğunu söyler. Ufku bu seviyeye ulaşmamış insanların, onun bu hâlini anlayabilmesi oldukça zordur. Ancak bir kez daha ifade edelim ki, onların bu mülâhazaları objektif değil, sübjektiftir. Bundan dolayı kendileri de bu mülâhaza ve içtihatlarını tamim etmemiş, objektif bir kural gibi başkalarına sunmamış ve bunu bir mezak ve meşrep hâline getirerek çevresinde oluşan halkalara telkin etmemişlerdir. Bu sebeple “Objektif mükellefiyet onların yaptığı gibidir!” demesek de, bu büyük insanların hakkı da yenmemelidir. Çünkü aynı zamanda bu tür düşünceler çok âli ve yüce mülâhazalardır. Kendisi için yaşamayıp yaşatma duygusuna kilitlenmenin bir sonucudur. Dolayısıyla onların bu hâl ve tercihini ruhbaniyete benzer bir tebettül şeklinde düşünmemelidir. (36:55)