Hak Dostları ve Heyetin Velîliği

Hak Dostları ve Heyetin Velîliği

Soru: Âhir zamanda İslam’ın ancak velîlerle temsil
edilebileceği ve Kur’an talebelerinin kuvve-i velâyete dayanarak vazife
görecekleri vurgulanıyor. Bahsedilen kuvve-i velâyetten maksat nedir? Velâyetin
çerçevesi hakkında neler söylenebilir?



-Veli; malik, sahip, muîn, sadık, nâsır mânâlarına gelip, hak dostu, hak eri;
dostluk hisleriyle Allah’a yönelen ve O’nun tarafından dostluk muamelesi gören
ermiş insan demektir. Böyle bir mazhariyete ermişliğe de velilik anlamında
“vilâyet” ya da “velâyet” denir. (01.00)

-Kur’ân’a göre velâyet, Allah’a
inanmak, emir ve yasaklarına titizlikle uymak demektir. Bir âyette, Allah
dostlarına korku olmadığı, onların üzülmeyecekleri bildirilir; onu izleyen
âyette de bu velâyetin gerekleri vurgulanır: İnanmak ve muttaki olmak. (Yunus,
10/62-63). Benzer ilahî beyanlar nazar-ı itibara alındığında, genel mânâda
velâyetin bütün mü’minlerin vasfı olduğu görülecektir.
(05.00)

-“Veliyyullah” veya “evliyâullah” dendiğinde, bundan “âdâullah”ın
karşılığı kabul edilen bütün mü’minler anlaşılsa da -ki aslında, Kur’ân ve
sünnette evliyâullah sözcüğüyle anlatılan da budur- tasavvufta veli tabirine
yüklenen daha başka mânâlar da vardır. Sofilere göre veli, riyazet veya daha
değişik mücahede yollarıyla, beden ve cismaniyetini aşıp, kalb ve ruhun hayat
mertebesine, dolayısıyla da Hak yakınlığına ulaşan, derken şahsı adına fenâ
bulup yeni bir mânâ ile bekâya eren Allah’ın hususî iltifat, ihsan ve
teveccühlerine mazhar hak eri demektir. (08.05)

-Seyr u sulûk-i ruhânî
de, aşk, çile ve emsali yol erkanının yanında, takip edilecek kestirme bir yol
daha vardır ki o, “Der tarîk-i acz-mendî lâzım âmed çâr-çîz: Acz-i mutlak,
fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!” ifadeleriyle çerçevesi
çizilen acz, fakr, şevk ve şükür yoludur. Bu yol, insanın sonsuz güç ve kudret
sahibi Rabb’i karşısında kendisini bir “sıfır” görüp, mazhar olduğu bütün
nimetleri O’ndan bilmesini, şükürle mukabelede bulunmasını, hep tefekkürle
meşgul olmasını, sürekli şevkle kanatlanmasını ve mahlukata karşı şefkatli
davranmasını gerektirir. (09.47)

-Velâyet, genel (velâyet-i amme) ve özel
(velâyet-i hassa) olmak üzere ikiye ayrılır. Genel velâyet Kur’ân’ın tanımladığı
velâyettir. Bu anlamda her Müslüman Allah’ın velisidir. Özel velâyet ise, hususi
yöntemlerle kendisini arındırarak kurbete nail olan Hak dostlarına hastır.
(12.15)

-Âhir zamanda eda edilecek önemli misyonların temsilcileri gizli
bir velâyete dayanacak ve şahs-ı manevinin velâyetinden güç alacaklardır.
(13.27)

-Vifak ve ittifak sayesinde mü’minlerin cemaati velâyet kuvveti
kazanır. Hususiyle bencilliğin ve enâniyetin çok ileri gittiği bir dönemde
kutbiyet ve gavsiyeti, salih mü’minlerden meydana gelen topluluğun şahs-ı
mânevîsi temsil eder. Her mü’min, gönlünde duyduğu intisap ve paylaşma hissine
göre, o kutbiyet ve gavsiyetten pay sahibi olur. (18.05)


Soru: Bazı insanların iman hizmetinde çok aktif
olduklarını, hatta adeta aksiyon sayesinde ayakta durduklarını ve aktif
vazifeleri ellerinden alınsa her şeye küser hale geldiklerini, fakat aynı ölçüde
kalb hayatına dikkat etmediklerini görüyoruz. Makbul aksiyon nasıl olmalıdır?
Aksiyon ve kalbî hayat dengesi nasıl sağlanabilir? (20.57)



-İmanla desteklenen aksiyon başlı başına güzel bir iştir. İnsan, kalbî hayat
açısından eksikleri bulunsa bile, aksiyonunun mükafatını görür.
(21.21)

-İnsan hayatında dengenin tam sağlanabilmesi için mutlaka kalb ve
vicdanın hakemliğine de başvurulmalıdır. Kendisine verilen bir kısım paye ve
konumlar elinden alınınca gönül koyan insanlar genellikle meselelere kalb
ufkundan bakamayan kimselerdir. (24.04)

-Kalbî ve ruhî hayat ufkunda
yaşayabilmenin esasları İhlas ve Uhuvvet Risaleleri’nde detaylıca anlatılmıştır;
hizmet erleri her fırsatta o eserlere müracaat etmelidirler. (25.55)

-Her
insanın damarına dokunan bazı hadiseler olabilir. O hadiseleri aşabilmenin sırrı
Allah’a, ahirete ve dinin esaslarına doğru inanmaktadır. Sevimsiz şeyler
karşısında iradenin hakkını vermek suretiyle önce enaniyeti ve başkaları
hakkındaki olumsuz duyguları baskı altına almak, sonra da tefekkür sayesinde
damara dokunan hususların tesirini hafifletme gayretinde bulunmak çok büyük
sevapların vesilesidir. (26.47)

-Hemen her türlü kalbî rahatsızlığın
çaresi imanda derinleşmektir. Bu nimete mazhar olabilmek için hem fiilî hem de
kavlî duaya sarılmak lazımdır. (31.20)

-Hazreti Halid’in (radıyallahu
anh) komutanlıktan azledilişi.. ve sıradan bir nefer olmayı kabul konusundaki
örnek duruşu… (37.15)

-Kendini bir şey bilme, bir şey olmamanın
emaresidir. (38.47)

-Hazreti Bediüzzaman, ebced ve cifirle alâkalı bazı
tesbitlerini, Risalelere ve Cevşen’e ait bir kısım ikramları dile getirirken,
“Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasipti; fakat bu kadar hadsiz
muarızlar ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az, fakir ve zaîf
olan bizlere kuvve-i maneviye, gaybî imdad, teşci’, sebat ve metanet vermek için
mecburiyet-i kat’iye oldu, ben de yazdım.” demektedir. (40.15)

-Bir kulun
günahı ne olursa olsun, ona düşen, yaptığı şeylere bir daha dönmemek,
günahlardan uzak durmaya azm ü cezm ü kast eylemek ve bu kararında sağlam
durmaya çalışmaktır. Nitekim, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)
haber vermişlerdir ki, bir insan yüz defa tevbesini bozmuş olsa bile, “Allah’ım,
ben yine düştüm; günahımı bağışla, beni affet..” diyerek ve o çirkinliklere
dönmeme hususunda kesin karar vererek bir kere daha tevbe etse, Allah onun
tevbesini yüzbirinci defa da kabul eder. (42.58)

-“Belvâ” musibet,
zahmet, ızdırap, meşakkat ve güçlük gibi anlamlara gelir; “âmme” de bütün,
herkes, umûm demektir. “Belvâ-i âmme” ise, herkesi kapsayan meşakkat ve güçlüğün
unvanıdır. Terim olarak “belvâ-i âmme”, bir şekilde hemen herkese bulaşan,
umumî, kaçınılması güç sıkıntıları ve bunlar hakkındaki husûsî hükümleri ifade
eder. Sokakta elbiseye sıçrayan ve kaçınılması mümkün olmayan su ve çamur
damlalarıyla namaz kılmanın caiz oluşu bu hükümlerdendir. Kezâ, içinde
yaşadığımız zamanın da “belva-i amme” sayılabilecek kendine has halleri vardır.
Velâyet mevzuu söz konusu edilirken bu husus da dikkate alınmalıdır.
(44.20)