Fıtrat, Din ve Hizipler

Fıtrat, Din ve Hizipler

Soru: Rum Sûresi’nin 30. ayet-i kerimesinde zikredilen “hanîf”, “fıtrat”, “halkullah” ve “din-i kayyim” ifadeleri nasıl anlaşılmalıdır? Bunların peşi peşine sıralanmasında nasıl bir münasebet söz konusudur? (00:19)

-Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفاً فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

“O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak din olan İslâm’a yönelt. Yani Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et. Allah’ın bu hilkatini kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların ekserisi bunu bilmezler, anlamazlar.” (Rûm, 30/30) (00:40)

-Esasları Allah’ın mesajlarına dayanan ve Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tebliğ ve temsil edilip yaşanan/yaşatılan İslâm semavî bir dindir.. ve bu dini inanarak hayatına hayat kılan da, mü’min ve müslimdir. Onun temel ve bâtınında iman, iz’an ve teslim; zâhirinde de itaat, inkıyat ve sâlih amel vardır. Selef, bu dini; “İnsanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla bizzat hayra sevk eden ilâhî kanunlar mecmuası.” şeklinde tarif etmişlerdir ki, işte böyle dinamik bir sistemin, hayata hayat kılınıp temsil edildiği ölçüde dünyevî-uhrevî semerelerinden söz edilebilse de; aksine, hayattan dışlandığı takdirde onun hakkında müspet herhangi bir şey söylemek zor olsa gerektir. Lügat itibarıyla, iman ve islâm arasında bir fark söz konusu olsa da; islâmın imansız, imanın da islâmsız olamayacağı kabul edilen en sağlam görüştür. İman bir bâtın, islâm ise onun kavlî, fiilî, hâlî ortaya konması mânâsında bir zâhirdir.. ve işte din-i hak dediğimiz ilâhî nizam da bunların mecmuundan ibarettir.. evet din; iman ve islâmın bütün şube ve fakültelerinin hayata hayat olmasının ilâhî unvanıdır ve bu sistemin böylece kabul edilip yaşanması mü’mince bir tavır ve onu bu şekilde temsil eden de dindardır. (01:39)

-Hanîf; eğriliği bırakıp doğruluğun peşinde giden demektir; bu mânâ ile örfte Hazreti İbrahim milletine isim olmuştur ki, başka dinlerden, batıl mabudlardan uzaklaşıp yalnız bir Allah’a yönelen ve “Şirk koşmaksızın tek Allah’a inanan” (Hac, 22/31) manasına gelmektedir. Yukarıdaki ayet-i kerimede geçen “hanîfen”; şirkin ve ilimsiz olarak hevaya tabi olmanın tam zıddı olan hakka meyli, doğruluğu, tevhidi ifade etmektedir. (02:55)

-Şirkin büyüğü küçüğü, gizlisi açığı, farklı çeşitleri vardır; birini Cenâb-ı Hakk’ın icraatına ortak kılma açık ve çok büyük bir şirk olduğu gibi, yapılan güzel şeyleri başkalarına gösterme, duyurma, alkış peşinde koşma, ahiret hesabına yapılan işlerde dünyevî beklentilere girme gibi hususlar da bir çeşit şirktir. (03:50)

-Fıtrat kelimesi lügat itibarıyla hilkat, insanın yaratılışında var olan hususlar, karakter, maya, tabiat, mizaç, arızasız kusursuz yaratma, Peygamberlerin yolu, Din-i mübîn, kâlb-i selim ve âdetullah manalarına gelmektedir. Bazı âlimler, fıtratı “ilk yaratılış” şeklinde ele almış; bu anlayışlarını teyid etmek için Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk’ın ismi olarak anılan “Fâtıru’s-Semâvâti ve’l-arz – Göklerin ve yerin yaratıcısı” tabirini nazara vermişlerdir. Istılah açısından ise, fıtrat; her insanın Allah’a inanmaya ve O’na kulluk etmeye meyilli bir hal üzere yaratılması demek olup ulvî hakikatleri kabul ve anlama kâbiliyetidir. (09:07)

-İnsanın bütün organlarının, cevherlerinin, latifelerinin ve zahirî-bâtınî hâsselerinin (duyularının) bir yaratılış hikmeti ve her birinin kendilerine has vazifeleri vardır. Tabiat itibarıyla, insan dünyaya gönderiliş hikmetini anlama, ubûdiyete ait sorumluluklarını kavrama ve hep hayır peşinde olma temayülüyle yaratılmıştır ki buna da “fıtrat” denir. Bozulmamış fıtrat, sürekli hakka müteveccih bir istikamet takip eder. Bu itibarla, selim fıtrata sahip insan, kendini bildiği andan itibaren Hakk’ı tanımaya ihtiyaç duyar, devamlı O’nu arar ve O’na kulluk sayesinde rahatlar. Evet, insanın fıtratında iman aslî, küfür ise ârizî bir husustur. Ne var ki, özünde temiz olan fıtrat, sonraki su-i istimaller neticesinde kirletilmiş olabilir. Dolayısıyla, şayet, fıtrat korunamaz ve onun selametini muhafaza yolunda gerekli tedbirler alınamazsa, insanın küfür cereyanlarından herhangi birisine kapılıp gitmesi de mümkün ve muhtemeldir. (12:48)

-Her yeni doğan çocuk temiz bir fıtrat üzere doğar. O adeta gelip ağaç olmaya ve meyve vermeye istidatlı bir tohum gibidir. O tohumun temiz bir zemine bırakılması, sonra da bırakıldığı yerde gelişirken temiz bir hava ile havalandırılması, temiz şualarla şualandırılması, temiz su ile sulanması ve tımar edilmesi onun fıtratını koruması, yaratılış hikmetine göre bir keyfiyet alıp hayatı öyle götürmesi için şarttır. Bu hususta aile, okul ve çevre gibi faktörler çok önemli birer rol oynarlar. (14:30)

-İnsanın yoldan çıkıp dalâlete sürüklenmesi üç ihtimalden iki ihtimaldir. Doğruyu bulup doğruya yürümesi, ardından doğruyla buluşması ise üç ihtimalden bir ihtimaldir. Şöyle ki, bir insan, iradesinin hakkını vermez, doğru yolun gereklerini yerine getirmez, yamuk yumuk hareket ederse onun dalâlete gideceği muhakkaktır. İkinci olarak, insan olduğu yerde durup âtıl kalırsa onun yine dalâlete gitme ihtimali vardır. Geri kalan bir ihtimal ise, insanın iradesinin hakkını verme, kendini zorlama ve böylece hidayete mazhar olma yoludur. Evet insan, bir ihtimalle hidayete ulaşır. Fakat o, bu ihtimal ve alternatifi kullanmazsa, bu defa iki alternatifle dalâlete sürüklenmeyle karşı karşıya kalır. Demek ki insanın doğruyu bulup o istikamette hayatını sürdürmesi çok ciddi bir cehd ve gayret istemektedir. (16:43)

-Kur’an-ı Kerim’de Sünnetullah ve âdetullah da denilen “halkullah”ta tebdil ve tahvil olmayacağı (el-Ahzâb, 33/62; Fâtır, 35/43; Feth, 48/23) bildirilmiştir. Tebdil, bir şeyi başka bir şeyle değişmeyi, tahvil ise bir durumdan başka bir duruma dönüşmeyi ifade etmektedir. Bu âyetlerde gelecek zaman kipi kullanılarak “Sen Sünnetullah’ta kesinlikle hiçbir değişiklik bulamazsın ve bulamayacaksın!” buyurulmuştur. Bu durumda Sünnetullah teriminin, Allah Teâla’nın küllî hükümlerini ve O’nun hikmetini gerçekleştirmek için ortaya koyduğu yolu/nizamı ifade ettiği söylenebilir. Peygamberlerin tebliğ ettikleri şer’î hükümlerde bazı farklılıklar bulunsa da esas maksatlarda farklılık bulunmadığını ifade eden Râgıb el-İsfahânî (ö.502/1108), “Allah’ın öteden beri câri olan kanunu budur. Ve sen Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın!” (Fetih, 48/23) âyetinde de Allah’ın ezelden beri geçerli kanunları bulunduğunun vurgulandığını söyleyerek, âyette geçen Sünnetullah kavramının dinî hükümler anlamında da yorumlandığını belirtmektedir. (19:09)

-Pakistanlı âlim İnamullah, kendisine ikinci Einstein nazarıyla bakılan Sir James Jeans’ı zaman zaman ziyaret eder. Çoğu zaman atomlarından galaksilerine kadar bu muhteşem nizamın baş döndürücü ahengi karşısında onun adeta hayranlıkla kendinden geçtiğini görür. Bir gün “İnamullah, hayret ediyorum! İlmin bu kadar gelişmesine rağmen, ilim yuvalarında hala inkârın hükümran olmasına hayret ediyorum.” der. İnamullah bu sözü bir girizgâh kabul ederek, “Üstad, biliyor musun, Hazreti Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyedilen Kur’ân-ı Kerim’de bir âyet var. Allah şöyle ferman buyuruyor:

إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ

“Allah’tan, kulları arasında ancak âlimler hakkıyla korkar.” (Fâtır, 35/28) Jeans, bunu duyunca irkilir; “Bunu Hazreti Muhammed mi söylüyor? Öyleyse, O hak peygamberdir!” der. (21:43)

-Fıtratı duyma, şirkten uzaklaşmaya bağlıdır. İnsan küçüğü büyüğüyle şirkten ne ölçüde uzak kalırsa, o nisbette de fıtratın kanunlarını duymaya, görmeye ve okumaya başlar. (23:04)

Soru: Rum Sûresi’nin 31 ve 32. ayet-i kerimelerinde, hizip hizip ayrılıp âidiyet mülahazasıyla böbürlenmek müşriklerin bir sıfatı olarak anlatılıyor. Bu ilahî beyanın mü’minlere verdiği mesajları lütfeder misiniz? (25:25)

-Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:

مُنِيبِينَ إِلَيْهِ وَاتَّقُوهُ وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِكِينَ مِنَ الَّذِينَ فَرَّقُوا دِينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعاً كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ

“Başka her şeyden geçerek O’na tam gönül verin, O’na karşı gelmekten sakının, namazı hakkıyla ifa edin. Ve asla dinlerini parça parça edip kendileri de öbek öbek olan o müşriklerden olmayın. Öyle ki her hizip, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” (25:55)

-Hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, fevt edilen sorumlulukları yerine getirerek, yeniden toparlanıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmek şeklinde ilk küçük yorumları ile tanıyacağımız tevbe; hakikat ehlince, duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhâlefetten kurtulup, O’nun emirleri ve yasakları zâviyesinden, yeniden O’nunla muvâfakat ve mutâbakata ulaşma gayretidir. Sâlikin ilk menzili, tâlibin ilk makamı tevbe, ikinci makamı ise inâbedir. Tevbede, duygu, düşünce ve davranışların, muhâlefetten muvâfakata, muârazadan mutâbakata yönlendirilmesine karşılık, inâbede mevcut mutâbakat ve muvâfakatin sorgulanması bahis mevzuudur. İnâbe, tevbe ile evbe (O’ndan başka her şeye kapanma) arasında bir yöneliştir. (26:30)

-Takvâ; haramlardan kat’i olarak içtinap etme, farzları arızasız-kusursuz yerine getirme, vacipleri kemal-i hassasiyetle ifa etme, şüpheli şeylerden tevakkide bulunma ve şüpheli olduğu mülâhazasıyla bazı mübahlara karşı bile tavır belirleme demektir. Hazreti Pir’in takva ile alâkalı ortaya koyduğu çerçeveye bakınca, onun, yumuşatıcı bir üslûpla, meseleyi daha yaşanılır ve herkesi kapsayacak bir şekilde ele aldığı görülür. Mesela bir yerde o, “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” diyerek bize takva adına bir çerçeve sunar. Hazreti Pir’in ilhama, vâridâta veya bir hutura binaen ortaya koyduğu bu takva tarifini, şartların ve konjonktürün hakiki mânâda takvayı yaşamaya müsait olmadığı ve bir kısım kırılma, arıza ve zaruretlerden dolayı âzamî takvanın yaşanamadığı dönemlerde, hiç olmazsa, haramlardan içtinap edip farzları arızasız kusursuz yerine getirmek suretiyle muhataplarını takva serasına ve onun vaad ettiği güzelliklerden istifadeye çağrısı şeklinde anlayabiliriz. (27:57)

-Ayetteki inâbe ve takva emirleri bir yönüyle meselenin nazarî yanını ifade ediyor; namaz ise, işin amelî buudunu ve o iki fazilete erişmenin yolunu gösteriyor. (30:10)

-Sünnet ve nafile namazlar “cebren linnoksan”dır; yani, farz namazlardaki noksanları tamamlar, eksiği gediği giderir. Cenâb-ı Hak sünnet namazları ve diğer nafileleri edâya, ekstradan bir yakınlık va’dinde bulunmuştur. Onları hafife almak ve geçiştirmek katiyen doğru değildir. (30:47)

-Milletimiz namazın eda edilmesini, “namaz kıldım” tabiriyle dile getirir. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da namazın bize bir vazife olarak verilmesinde kullanılan kelime “ikâme”dir.Bunun manası ise, bütün mâsivâdan sıyrılarak namazı, iç ve dış şartlarıyla tastamam yerine getirme, Allah’ın bize tahmil ettiği bu emanetin hukukuna kemal-i hassasiyetle riayet etme ve o âbideyi kendine has renk, desen ve çizgileriyle arızasız ve kusursuz bir şekilde ortaya koyma demektir. (31:47)

-Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) bir hadis-i şerifinde “Beş vakit namaz, herhangi birinizin evinin önünden akan ve günde beş defa yıkandığı, suyu bol bir nehre benzer. Allah, beş vakit namaz sayesinde günahları temizler.” buyuruyor. Demek ki namazın faydalarından biri de insanı günahlarından temizlemesidir. Dahası, her gün beş-on kere Allah’ın huzuruna gelip O’ndan yardım isteyen bir kul, kolay kolay günah işleyemez. Böylece namaz insanın geçmiş günahlarını temizlemekle kalmaz, onun yeni bir günah işlemesine de engel olur. (34:30)

“Dinlerini parça parça edip kendileri de öbek öbek olan o müşriklerden olmayın. Öyle ki her hizip, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” beyanı, öncelikle, Cenâb-ı Hakk’ın vaz’ ettiği din-i kayyimi kendi beşerî yorumlarıyla değiştirip farklı farklı yol ve yöntemlere din kisvesi giydiren, Allah yolundan uzaklaşıp grup grup ayrılan kimseleri anlatmaktadır. Bununla beraber (merhum Hamdi Yazır’ın da ifade ettiği gibi) burada Allah’ı bir bilmenin tam zıddı olan müşrikliğin yanında, açık ve gizli şirkin her türlüsünden kaçınılması da ima edilmiştir: Bu itibarla da ayetin mesajı daha şümullü olarak şöyle anlaşılabilir: Hak yoldan uzaklaşarak dinlerini ayırıp grup grup, öbek öbek hale gelenlerden olmayın; genel fıtratı kavrayacak açık bir ruh ve geniş bir hak vicdanı ile hareket etmeyip herbiri kendi özelliğine, kendi çıkarına, dar kafasıyla kendi kuruntusuna göre ayrı bir önder arkasına düşerek grup grup, bölük bölük ayrılan ve sadece kendisini hak zannedip kendi meşrebiyle böbürlenen kimselerden de olmayın. (37:10)

-Kitap ve Sünnet’e dayanan itikadî ya da amelî mezhepleri bu ayetin şümulüne dahil etmek katiyen doğru değildir. Zira, mezhepler bir zaruretten doğmuştur ve hak mezhep imamları Kitap ve Sünnet’i esas kabul ettikleri gibi kendilerini tek doğru olarak görmezler. Ayrıca, diğer mezheplerin imamlarına karşı da büyük saygı içerisindedirler. Hem de birisi diğeri hakkında “Müslümanların imamı, Ebû Hanîfe, sayfalarda yazılı Zebûr ayetleri gibi, hadis ve fıkha dair eserleriyle memleketleri ve memlekette oturanları süslemiştir. Doğuda, batıda, Kûfe’de (hiçbir yerde) O’nun eşi yoktur.” diyerek şiir yazacak kadar mütevazi ve hakperesttirler. (40:50)

-Bu ayette bahsedilen talihsizlerden olmamak için farklı hizmet yollarını seçmiş insanlar çok dikkatli yaşamalıdırlar. Zira, şahsî enaniyetler cemaat enaniyetine dayandığı takdirde daha bir kuvvet kazanır. Bu açıdan geleneksel olarak turûk-ı âliye içinde yer alan bir tarikata veya bir cemaat ve harekete mensup olan kişiler, bir taraftan gittikleri yol veya mensup oldukları zatı isabetli görmenin ve ona derin bir muhabbet duymanın yanı başında, diğer yandan başkalarını haksızlığa mahkûm etme gibi bir haksızlığa düşmemelidirler. Kurtuluşun ille de bir tarikat, cemaat veya harekete intisapla mümkün olacağını düşünmek, bir silsile ile gelen bir mürşidin arkasından gitmeyi zarurî görmek ve hatta o zata intisap etmeyenleri dalalette görüp onların kurtulamayacağına inanmak asla doğru değildir. Hazreti Pir’in ifadesiyle, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek, diğer mesleklere adâveti gerektirmez. (42:00)

-Allah’a giden yollar, Kitab’a ve Sünnet’e uygun olduktan sonra, mahlukâtın solukları sayısıncadır. Bu açıdan da Abdülkadir Geylânî hazretleri de haktır.. Muhammed Bahauddin Nakşibend hazretleri de haktır.. Hasan Şazilî hazretleri de haktır.. İmam Rabbânî hazretleri de haktır.. Mevlana Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de haktır… Ebu Hanife de haktır, Malikî de haktır, Şafiî de haktır, Hanbelî de haktır, Sevrî de haktır, Evzaî de haktır. (44:10)