Elsiz, Dilsiz ve Gönülsüz (Zaruri Bir Tenbih)

Elsiz, Dilsiz ve Gönülsüz (Zaruri Bir Tenbih)

Soru Yerine: (Bu sohbetin birinci bölümü) şimdiye kadar haksız tenkid ve taarruzlara “Sükutun Çığlıkları”yla mukabele etme yolunu seçen Muhterem Hocamızın, gün geçtikçe şiddeti artan isnad, itham, iftira ve insafsızca karalamalara karşı bir cevap verilmesini isteyen dostlarına hitaben, zaruri gördüğü bir tenbihtir.



-Hakiki mü’min, iyiliklerini hemen unutur ve onları hiçbir vesileyle hatırlamayacak ölçüde nisyana mahkum eder; kötülüklerine gelince, yetmiş sene önce işlemiş olsa da onların en küçüğünü bile unutmaz, her aklına gelişinde cinayet işlemiş gibi suçluluk duyar ve tevbe duygusuyla Allah’a yönelir. (01:08)

-Birkaç asırdan beri kabahatimiz, dünyayı kendi duygu ve düşüncemizden mahrum etmemizdi. Şimdi belli açılımlar oluyor; fakat onlarda da kendimizi ifade ediyor ve meseleyi popülizme bağlıyorsak, onun da tesir ve bereketi kalmaz. Kim bilir belki de bir kısım insanların tepki göstermeleri, sizin çok güzel bulduğunuz şeyleri sorgulamaları, sürekli yumruk sallamaları ve okyanusları aşacak şekilde yüzünüze şamarlar indirmeleri, yaptığınız işleri milimi milimine Allah’a bağlamadığınızdan dolayıdır. (02:35)

-Dün daha az saldırı vardı; hizmet küçüktü ve göze ilişmiyordu; dolayısıyla da çok göz değmiyor, kıskançlık ve haset olmuyordu. O günlerde sizi mahalle bekçisiyle takip ediyor ve size o ölçüde bir değer atfediyorlardı; engelleme mevzuunda da o kadar bir gayret gösteriyorlardı. Bir gün geldi takibi daha ciddi ele aldılar. Fakat bugün meseleyi uluslararası servislere emanet ettiler. Artık bir yerde bir fitne çıkarıyor ve onu her vasıtayı kullanarak dünyanın dört bir yanına yayıyorlar. (06:30)

-Küreselleşen bir dünyada yeryüzünün hemen her yanında gürül gürül bir ses haline gelmezseniz, bulunduğunuz yeri bile size haram ederler. Sesinizi soluğunuzu dünya çapında bir koro ve milletinizi her yanda sevilen bir toplum haline getirmelisiniz. Öyle ki, yerkürenin herhangi bir yerinde size bir fiske vurulduğu zaman bütün dünyanın inlemesini temin etmelisiniz. (10:25)

-Siz boy atıp geliştikçe ve bütün dünyada hüsn-ü kabul gördükçe, kıskançlık cephesinin de büyüyeceğini akıldan çıkarmamalısınız. Bu, yakın dairede rekabet halinde kendisini hissettirir.. müslümanlığı içine sindirememiş kimselerde haset ve çekememezliğe sebebiyet verir.. sizi temel değerleriniz itibarıyla hiçbir zaman kabul etmeyen insanların içinde de kin, nefret, taarruz ve düşmanlık duygularını tetikler. (11:22)

-İnsafsızca karalamalar, isnad, iftira ve saldırılar karşısında biz ancak meşru müdafaaya başvurabilir; tashih, tavzih ve tekziblerde bulunabilir; şayet kötülükte ısrar edenler olursa, haklarında tazminat davaları açarız. Bunlar meşru haklarımızdır; fakat, asla onların yaptıkları gibi saldırganlığa girmeyiz. Yumruk sallamalarına karşı yumruk sallamayız. Onlar “Bir tokat da oradakine (okyanus ötesindekine) vuralım!” deseler de biz onlara tokatla mukabelede bulunmayız. (14:15)

-Madem meseleyi insanlık eksenli götürüyoruz; öyleyse, Yunus’un ifadesiyle, dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz yaşama mecburiyetindeyiz. Başkaları bize karşı insanca davranmasa bile, biz kat’iyen mukabele-i bilmisil (bir davranışa aynıyla karşılık verme) mülâhazalarına girmemeli, maruz kaldığımız bir kötülüğe benzer bir kötülükle karşılık vermeyi aklımızdan bile geçirmemeli ve her şeye rağmen mutlaka Müslüman karakterinin gereklerini yerine getirmeliyiz. (15:29)

-Yumruk sallayanlar, beyin insanı değil, ruh insanı değil, kalb insanı değiller; onlar insanî değerlerini baskı altına alıp mahkum etmişler. Böyleleri kendi karakterlerinin gereği olarak kine, nefrete, saldırganlığa ve yumruğa başvurabilirler. Fakat, siz de kendi karakterinizin gereğini ortaya koymalı, olsa olsa onlara acımalısınız ama asla aynıyla mukabelede bulunmamalısınız. (16:45)

-Biz en zor günlerde, en amansız şekilde düşmanlık yapanlar hakkında bile tel’ine, bedduaya “âmin” demedik, kimseye lânet ve kahriye okumadık. Belki onlar hakkında en acı tercihimiz, onları Allah’a havale etme şeklinde oldu. Havale etme, “Allah’ım Sen bilirsin, Sen ne dilersen onu yap!” demektir. Kaldı ki, ben havale etmeyi bile Allah’tan hidayet temenni etme alternatifine bağlayarak dile getirdim hayatım boyunca. Hâlâ da aynı alternatifle beraber söylüyorum: “Allah’ım hidayetlerini murad buyurduklarını hidayet eyle, onların gözlerini de hakikate aç, kalblerini sevgiyle donat. Yok öyle murad buyurmuyorsan, Sana havale ediyorum, ne istersen onu yap!” diyorum. (17:45)

-Altmışlı yıllardan bu yana her gelen darbede ben bir bakıma silindirlendim. Daha askere gitmemiş bir insan olarak silindirlendiğim gibi askerde de paletlerin altında kaldım. 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta hep paletlerin altında kaldım. On küsur senedir de burada yaşamaya mecbur kaldım. Ülkemin bir avuç toprağına canımı elli defa feda ederim ama ben burada hasret çekiyorum. Fakat, bana bunu yapan o kaba kuvvet temsilcilerine de, onları tahrik edenlere de, medyada onların hislerine tercüman olanlara da hiçbir zaman “Allah cehenneme koysun, Allah’tan bulsunlar” demedim. Belki kayıtlar altına alınmış havalelerle “Allahım, Sen Erhamurrâhimîn’sin; ne olur, rahmaniyet ve rahimiyetinle onlara da bir kapı aç, Senin engin rahmetini görsünler!” dedim. (18:35)

-Gelecekte kin, nefret ve adavet daha da büyüyecek. Sizin kalbinizde de şefkat, re’fet, muhabbet ve kucaklama hissi daha bir güç kazanacak. Siz de Hazreti Mevlânâ’nın yaptığı gibi herkese bağrınızı açacaksınız. Hani, adamın biri, Mevlânâ Celaleddîn Rûmî hazretlerine, “Hain, alçak.. sen Hristiyanlara bile el uzatıyorsun; günah işleyenlere dahi “gel” diyorsun. Böyle yapmakla İslam’ın onurunu iki paralık ediyor, dinin izzetine dokunuyorsun.” diyerek bir düzine hakarette bulunur. Hazreti Mevlânâ ona sadece “Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” demekle iktifa eder. (20:27)


Soru: Yapılan ısrarlı dualara rağmen uzun süre devam eden şahsî dertler söz konusu olunca “Dua duayı kesmiyor!” yaklaşımına sığınıyoruz. Bir milleti, bir toplumu ya da bir hareketi ilgilendiren kronik problemler için de aynı mülahaza geçerli midir? Binlerce ağızla niyaz edildiği ve sebepler yerine getirildiği halde bazı yerlerdeki müşkillerin çözülemeyişinin ardında hangi hikmetler olabilir? (21:35)



-Dua, sebepler üstü bir talebin Cenâb-ı Hakk’a arzı ve Hakk’ın gizli-açık her şeye nigehban bulunduğuna inancın da ilanıdır. (22:15)

-Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, “Allah Teâlâ, ne dediğini bilmeyen insanın gafilce ve ciddiyetsizce yaptığı duayı kabul etmez!” buyurmuştur. (22:40)

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir kul, ellerini kaldırır ve Allah’tan bir dilekte bulunursa; acele etmediği takdirde kesinlikle duasına icâbet edilir.” Efendimiz, “Acele nasıl olur yâ Rasûlallah?..” diye sorulduğunda da şöyle mukabelede bulunmuştur: “Dua ettim ettim, kabul olmadı” der (de vazgeçer), işte bu yanlıştır; dua yerine gelene kadar ısrar etmek gerekir.” Evet, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) “şeksiz – şüphesiz, kabûl olacağından emin olunarak” dua edilmesini tavsiye buyurmuştur. (25:16)

-Hazreti Üstad diyor ki: “Ben otuz kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Anladım ki, hastalık dua için verilmiş. Dua ile duayı, yani, dua kendi kendini kaldırmadığından, anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir, kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalıkla aczini anlayıp dergâh-ı İlâhiyeye iltica eder. Onun için, otuz senedir şifa duasını ettiğim halde duam zâhirî kabul olmadığından, duayı terk etmek kalbime gelmedi. Hem dua istediğimiz tarzda kabul olmazsa, makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor; menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazan dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder.” (26:40)

-Mümkünse toplu halde dua etmek lazımdır. (27:28)

-Kulun, Cenâb-ı Hakk’a en yakın olduğu hâl, secde hâlidir. “Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccade / İşte, insanı yakınlığa taşıyan cadde..!” Secde aynı zamanda mutlaka kabul görecek duaların mahallidir. (28:10)

-Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, “Duanın en süratli kabul olanı, bir insanın bir başkasının gıyabında yaptığı duadır” buyurmuştur. Evet, bizahri’l-gayb, yani bir insanın haberi olmadan onun gıyabında yapılan dualar makbuldür. (30:50)

-Şayet bizde hem milletimize hem de İslam dünyasına karşı azıcık mürüvvet hissi varsa, Cennet’e girme, Cehennem’den azâde kalma, dünyevî bazı isteklerimizin gerçekleşmesi veya sıkıntılarımızın giderilmesi gibi meselelerle alâkalı dua etmenin yanı başında, hatta bunları küçük görerek, önce âlem-i İslam’ın problemlerini sıralamamız, “Ne olur Allahım, kalblerimizi ve bütün ümmet-i Muhammed’in (aleyhissalatü vesselam) kalblerini, hallerimizi, fikirlerimizi, zahirî-batınî his ve latifelerimizi ıslah buyur; kalblerimizi İslamiyet’e çevir ve onda sabit kıl!” diye ciddi bir vefa hissiyle, boğulmak üzere olan ve çırpınan birini bataklıktan çıkarıp kurtarıyor gibi bir heyecanla yalvarıp yakarmamız icap eder. (31:20)

-Cenâb-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de “Bana dua edin ki size karşılık vereyim.” (Mü’min, 40/60) buyuruyor. Bu, ne bizim ne de başkalarının mesajı; doğrudan doğruya O’nun kendi beyânı.. “Dua edin icabet edeyim” diyen –hâşâ– bir âciz değil, her şeye gücü yeten, Kâinatın Sultanı.. “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da dâvetime icabet ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.” (Bakara, 2/186) mealindeki ayet de ayrı bir dua çağrısı. Böyle olunca, Cenâb-ı Hakk’ın bu vaadine ve davetine binaen biz de ellerimizi açıp sürekli O’na dua etmeliyiz. Dua ederken de, himmetimizi âlî tutmalı; yakın çevremizden başlayarak inananları ve bütün insanlığı kucaklamalıyız. (32:50)

-Kabulü geciken duaları ikinci bir imtihan olarak görmek gerekir. Evet, başa gelen musibet ya da giderilmesini istediğimiz bir ihtiyaç imtihan olduğu gibi, bunlarla alâkalı yaptığımız duaların bir türlü kabul mührü görmemesi de ayrı bir imtihandır. Bize düşen, “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa / İkisi de cana safa.. / Lütfun da hoş, kahrın da hoş…” deyip kavlî ve fiilî duada ısrar etmek; vicdanlarımızda “Siz mi geldiniz?” şeklinde değerlendireceğimiz bir emare ve bir işaretin yankılanacağı “eşref saati” beklemektir. (34:50)