Dört Câhiliye Âdeti

Dört Câhiliye Âdeti

Soru: Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde geçen,

إِنَّ فِي أُمَّتِي أَرْبَعًا مِن الْجَاهِلِيَّةِ لَيْسُوا بِتَارِكِيهِنَّ الْفَخْرُ بِالْأَحْسَابِ وَالطَعْنُ فِى الْأَنْسَابِ وَالِاسْتِسْقَاءُ بِالنُّجُومِ وَالنِّيَاحَةُ عَلَى الْمَيِّتِ


hadisinde soyla övünme, başkalarını neseplerinden dolayı ta’n etme, yağmuru yıldızlardan bekleme ve ölünün ardından ağıt yakma şeklinde dört câhiliye âdetinin ümmet arasında bâki kaldığı ifade ediliyor. Bu câhiliye âdetlerinin günümüzde de var olduğu söylenebilir mi? Hadisten anlaşılması gerekenleri lutfeder misiniz?



-Câhiliye devrinde insanlar, bâtıl âdetleri onların doğruluğuna inanarak işliyorlardı; daha sonraki dönemlerde de o cehâletin bir yansıması ve devamı olarak -belki biraz mahiyet değişikliğiyle- aynı âdetleri devam ettiriyorlar. (01:17)

-Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) mezkur hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Câhiliye işlerinden olduğu halde hâlâ ümmetim arasında mevcut bulunan, onların da terk etmedikleri dört âdet vardır: Geçmişleri ile övünmek, başkalarını neseplerinden dolayı ta’n etmek, yıldızlardan yağmur beklemek ve ölünün ardından ağıt yakarak bağırıp çağırmak.” (01:53)

-Zikredilen dört câhiliye âdetinin birincisi; soy sopla, geçmişle ve atalarla övünmektir. Fahirlenmenin her çeşidi çirkin olduğu gibi soy sopla övünmek de mezmumdur. (02:34)

-İnsan bazı nisbetleri bütün bütün silip atamaz; belki silip atmamalıdır da. Mesela, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in mübarek soyundan gelmiş temiz şecereler (sülaleler) ve onların şecereleri (soy ağaçları, o soyun bütün fertlerini gösteren cetveller) de vardır. Onlar da, “Allahım, bu mübarek soydan gelmek ve o altın, yakut, zeberced zincirin bir halkası olmak bizim elimizde değildi; bize bu lütfu Sen ihsan buyurdun. Sana binlerce hamd ü sena olsun.” demeli; onu caka mevzuu yapmamalı, kendilerini farklı bir konumda saymamalı ve bu mazhariyetten dolayı asla fahre kapılmamalıdırlar. (04:12)

-Üstünlük soy sopta değildir. Nezd-i Uluhiyette sizin en kerim olanınız, en muttakî olanınızdır. Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) dediği gibi, “Allah bizi dinle aziz kılmıştır.” Bunun haricinde fazilet ve üstünlük vesileleri aramak beyhûdedir. (06:27)

-Câhiliye işlerinden olduğu halde hâlâ ümmet arasında mevcut bulunan, onların da terk etmedikleri bir âdet de başkalarını neseplerinden dolayı ta’n etmektir. (07:52)

-Haddizatında, kendini üstün görme ve başkalarını hafife alma duygusu belki çok daha eski medeniyetlere dayanmaktadır. Hint dinlerinden kaynaklandığı ve Hindistan’da doğduğu söylenen “kast sistemi” inancı, aslında, Enbiyâ-i izâmın mesajıyla iyi bir terbiyeden geçmeyen bütün insanların tabiatında vardır. Vahyin ışığına sırt dönen bütün toplumlarda havas ve avam, zenginler tabakası ve ayaktakımı sınıfı ya da soylular ve köleler şeklindeki ayırımlar mutlaka olmuştur/olmaktadır. İlahi mesajın gölgesinde nefsini dizginleyememiş kimseler bazen soya-sopa, bazen mala-mülke, bazen de şana-şöhrete bağlı olarak kendilerine bir nevi kudsiyet, bir fevkalâdelik ve bir farklılık atfetmişlerdir. Kendilerinin dışındakileri de hep ikinci ya da üçüncü sınıf vatandaş olarak görmüşlerdir. Tabiat-ı beşerde bir virüs olarak saklı bulunan farklılık ve üstünlük mülahazası, hemen her fırsatta ortaya çıkmıştır. Maalesef, günümüzde de her toplumun içinde sorgulanamaz zümreler mevcuttur. Bunlar da bir nevi kast sistemine inanmakta,

-hâşâ ve kellâ- kendilerini Zât-ı Ulûhiyet’in ağzından, gözünden varedilmiş gibi görmekte ve kendileri dışındakileri de tırnaktan yaratılan kimseler olarak kabul etmektedirler. Bazı kimselerin, “Ne yani, benim oyum bir köylünün oyuyla bir mi sayılacak!” demeleri işte bu inançlarının ifadesidir. (09:05)

-Anadolu memerr-i akdâmdır; çok farklı kavimlerin gelip geçtikleri, konup göçtükleri bir uğrak yeri ve mutlaka bir müddet durup dinlendikleri ya da yurt edindikleri bir geçit noktasıdır. Dolayısıyla da ülkemizde bazı kimselerin bir iki dede ötesinde soyları başka milletlerle buluşuyor olabilir. Nitekim, Ashâb-ı Kirâm’ın pek çoğunun da anne babası müslüman olamadan göçüp gitmişlerdir. Bu açıdan da mesele insanların kendilerindeki iyilik ve güzelliklerdir, hiç kimse geçmişinden ve nesebinden dolayı kınanmamalı, ayıplanmamalı ve farklı yere konulmamalıdır. (10:24)

-Bir câhiliye âdeti de yıldızlardan yağmur beklemek ve yağan yağmuru yıldızlardan bilmektir. Belki günümüzde yıldızlardan yağmur beklemek ve onların kadere tesir ettiklerine inanmak söz konusu değildir ama maalesef onun bir gölgesi olan yıldız falına ve burçlara inanma hâlâ devam etmektedir. Yıldız ve burç falı, eski Hint geleneğine kadar uzanan bir geçmişe ve astronomiyle birlikte ele alındığı dönemlerde bilimsel bazı açıklamalara sahip görünse de esasen insanın uçsuz bucaksız varlıklar âlemi karşısındaki acz ve merakının, bunalım ve arayışının ürünüdür. Kur’an’da kâinatın muhteşem düzenine, güneş, ay ve yıldızlara sürekli dikkat çekilmiş ise de bunlar da dahil yeryüzündeki bütün varlıkların Allah’ın emrine râm oldukları, yaratıcı, etkileyici ve yönlendirici bir güçlerinin bulunmadığı, her şeyin Allah’ın sevk ve idaresinde olduğu sıklıkla vurgulanmıştır. (13:12)

-Zeyd b. Halid el Cühenî’nin (radıyallahu anh) rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle denmektedir: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında yağmur yağmıştı; bunun üzerine Rasûlullah (aleyhissalatü vesselam) şöyle buyurdu: “Rabbinizin bu gece ne dediğini biliyor musunuz? Kullarıma her nimet verişimde mutlaka bir grubu o nimet yüzünden küfre girerler; çünkü, ‘Bu yağmuru bize falan yıldız gönderdi’ derler ve kafir olmuş olurlar. Fakat Bana inanan ve verdiğim yağmurdan dolayı Bana hamd edenler, yıldızlarda yağmur verme gücü olmadığını ikrar ederler. Kim ‘yıldız bize yağmur verdi’ derse, işte o Beni inkar edip yıldızın yağmur yağdırma gücü olduğuna inanan müşrik kimsedir.” (Müslim, İman: 32; Muvatta’, İstiska: 2) (14:45)

-Sohbetin konusu olan hadis-i şerifte câhiliye işlerinden olduğu vurgulanan dördüncü çirkin âdet; ölünün ardından ağıt yakarak bağırıp çağırmak ve mübalağalarla onun mevhum meziyetlerini sayıp dökmektir. (17:37)

-Cenazeye iştirak eden kimseler, gerçekten mevtâyı hayırlı bir insan olarak tanıyorlarsa hüsn-ü şehadette bulunmalı, aksi halde sükut etmelidirler. Mü’minler, hep doğru sözlü olmaları gerektiği gibi, orada da doğru şehadeti esas almalıdırlar. Seleflerimiz bazı hadis-i şeriflere dayandırarak, cenaze namazının akabinde “Nasıl bilirdiniz?” deyip şahitlik yaptırmayı ve halka haklarını helal ettirmeyi geleneklerimizin arasına dahil etmişlerdir. Bunun doğru bir uygulama olup olmadığının da münakaşası yapılabilir; zira, Allah Rasûlü’nün (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimat) uygulamasında böyle bir şey yoktur. Belki o insanların mevta hakkında güzel mülahazalara yönlendirilmeleri, o güzel düşüncelerin dua yerine geçmesi gibi mütalaalarla şahitlik yaptırılıyor olabilir. Ne var ki, tabutun başında ağıtlar yakmak, bağırıp çağırmak, yaka paça yırtmak ve feryad etmek mahzurlu olduğu gibi, musallada ya da kabirde nutuk atmak, hamasî laflar etmek ve uzun uzun konuşup durmak da dinin ruhuna ters ve yakışıksız davranışlardır. (19:12)

-Bazı kaynaklarda, ölen kimseyi mezarında sorguya çeken Münker ve Nekir adlı meleklerin, hakkında övgüler sıralanan ve “Şöyle iyiydi, böyle kıymetliydi!” denilen kimseye “Söyle bakalım, sahi sen onların dediği gibi miydin?” şeklinde sualler yönelttiklerinden, sonra da mübalağalarla anlatılan kimseleri cezalandırdıklarından bahsedilmektedir. (20:15)

-Bazıları, insanların takdir etmelerine ve alkışlamalarına o kadar değer verirler ki, cenaze merasimlerinde çok kalabalık bir cemaatin bulunmasını can u gönülden ister ve beklerler. Oysa, “Acaba benim cenazeme de şu kadar iştirak olur mu?” düşüncesi insanın kendi nefsine ne ölçüde meftun olduğunu ve kendini ifade etmeye ne denli müptela bulunduğunu gösteren ne büyük bir inhiraftır!.. Şayet sen ölüm ötesine, mahşere, hesaba, Sırat’a, Cennet’e ve Cehennem’e inanmıyorsan, öbür âleme inanan bir insan edasıyla yaşamamış ve koskoca bir ömrü heder etmişsen, bütün dünya senin cenaze namazını kılsa ne ifade eder ki?!. Fakat, sen sağlam gitmişsen öteye, cenaze namazını sadece iki kişi de kılsa önemli değildir. Cenaze namazı ve kabre son yolculuk şan ü şöhret aranacak, debdebe ve ihtişam istenecek, âlâyişe girilecek bir yer değildir. Orası, hakiki mü’minler için en mahcup olunması ve şefkate en çok ihtiyaç duyulması gereken bir acz durağıdır. (21:26)

-Ahmed Naim’in, Mehmet Akif’in ve Vehbî Efendi’nin cenaze namazlarına farklı bir bakış.. ibret alınacak hususlar… (21:52)

-Asıl mesele Cenâb-ı Hak indinde makbul bir kul olabilmektir; yoksa, sadece insanların hüsn-ü şehadeti hiçbir mana ifade etmemektedir. Sâlih kulların, mevtânın iyiliğine şahitlik etmeleri, hayırlı insanların arkadan Kur’an okumaları ve istiğfarda bulunmaları, ancak imanla giden insanlar için muhtemel bir kurtuluş vesilesi olsa da, meselenin nîrengi noktası insanın kendisinin son yolculuğa hazır ve “gel” emrine âmadeyken ötelere yürümesidir. (24:41)

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Ebû Zer hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurmuştur:



جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ
وَخُذِ الزَّادَ كاَمِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ
وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ اْلعَقَبَةَ كَئُودٌ
وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlaslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb’in senin yapıp ettiklerinden de haberdârdır.” (27:27)

-Oğlu İbrahim daha küçücük yaşında vefat edince, Müşfik Nebi, gözyaşlarıyla yanaklarını ıslatmış ve etraftakilerin “Sen de mi ya Rasûlallah?” sualine muhatap olmuştur. Peygamber Efendimiz’in cevabı bizim için çok güzel bir ölçüdür: “Göz yaşarır, kalb hüzünlenir; buna rağmen, biz Rabbimizin razı olacağından başka bir söz söylemeyiz!” Bunu söyleyen Peygamber Efendimiz, kucağında son nefeslerini alıp veren biricik oğlunu öpüp koklamış, bağrına basmış ve “Ey İbrahim, gerçekten senin firkatinden dolayı mahzunuz.” deyip gözyaşı dökmüştür ama kaderi tenkit manasına gelecek ve isyan ifade edecek tek kelime söylememiştir. (29:06)

-Tabii ki, çok sevdiği bir insanın ölüm haberini almak anne-baba, abi-abla, eş-dost ve çoluk-çocuk için pek acı bir hadisedir. Böyle bir haber karşısında üzülmek ve ağlamak insan olmanın iktizasıdır, şefkatin gereğidir. Bir sevdiğinin ya da yakınının vefatına üzülmeyene dense dense katı kalbli denir. İbrahim Canan Hocamızın vefat haberini aldığım vakit sesim gırtlağımda düğümlendi. İbrahim Canan gibi bir insana nasıl ağlamayacaksın!.. Ne var ki, İnsanlığın İftihar Tablosu bizim için her meselede en güzel örnektir; o bir insanın başına gelebilecek pek çok musibeti görüp yaşamış ve bu musibetler karşısındaki tavır ve duruşuyla da bize hüsn-ü misal olmuştur. Onun bilhassa oğlu İbrahim’in vefatı karşısındaki tavır ve davranışı bizim için ölçüdür. (31:20)