Derin Kuyu, Izdırap ve Çırpınışlar

Derin Kuyu, Izdırap ve Çırpınışlar

Soru: 1) Kuyunun dibinde olma ızdırabıyla kıvrananlara o halden çıkıp kurtulma yollarının inâyet-i ilâhiye ile ilham edileceği vurgulanmıştı. Ferdî ve içtimaî problemlerimizin çözümünde realiteleri görme, ızdırapla kıvranma ve esbâba riâyet gibi vesileler arasında bir öncelik sonralık, ya da ehem mühim olma hususları söz konusu mudur?

-İnsan her şeyden önce neyin içinde bulunduğunu hissetmelidir. Kuyu dibini ferah feza bir iklim olarak gören kimse, ızdırap duymaz, oradan çıkıp kurtulma azminde olmaz; dolayısıyla bir ıztırar ruh haliyle Cenâb-ı Hakk’a teveccühte de bulunmaz. (00:47)

-Kuyu dışı, hakiki manada İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) ve zılliyet planında Dört Halife’nin yaşadığı dönemdir. Ondan sonra da zılliyetin zılliyeti olarak Emevîler döneminin çok azı, Abbasîlerin Hâdî, Mehdi, Harun Reşit devirleri gibi yılları, Osmanlı’nın uzun bir zamanı kuyu dışı hayat olarak tarif edilebilir. Bu dönemler müstesna Müslümanlar hep kuyu dibinde yaşamaktadırlar. Kuyu dışının ne demek olduğunu da bilmediklerinden, onun hususiyetlerini görmediklerinden kuyu dibine dair bir rahatsızlık da duymamaktadırlar. (02:28)

– Cenâb-ı Hak,

آَللَّهُ خَيْرٌ أَمَّا يُشْرِكُونَ

“Allah mı yoksa ona koştukları ortaklar mı daha hayırlıdır?” (Neml Sûresi, 27/59) buyurduktan sonra, peşi sıra gelen iki âyette kâinattaki icraat-ı sübhaniyesi ve onlardaki tevhid delillerini nazara vermiş ve ardından da,

أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَۤاءَ الْأَرْضِ أَئِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ

“(Ona ortak koştukları şeyler mi üstün) yoksa muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünde halifeler kılan Allah mı? Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz! Ne de az düşünüyorsunuz!” (Neml Sûresi, 27/62) buyurmak suretiyle, muztarrın duasına icabet etmesini de bir tevhid delili olarak zikretmiştir. İnsan, geçmişe bakıp hayatını süzdüğünde, nice kereler, naçar kaldığı demlerde, Allah’ı birlediği, O’nu tam duyup hissettiği ve sadece O’na dayanıp O’ndan yardım dilediğinde, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin zuhur ettiğini yani kendi donanımına göre hususi bir ilahî teveccühe mazhar olduğunu anlar. (08:05)

-Zifiri karanlık bir gecede, uçsuz bucaksız bir denizde, köpürüp duran dalgalar arasında ve sebeplerin bütün bütün tesirsiz kaldığı bir anda,

لَا إِلَهَ إِلَّا أَنتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ

“Ya Rabbî! Senden başka ilah yoktur, ulûhiyet tahtının yegâne sultanı Sensin. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiya Sûresi, 21/87) diyen Hazreti Yunus bin Metta, bu sözleriyle, “Sebeplerin hakiki tesiri yoktur; Sen esbâbı, izzet ve azametin için perde yapmışsın; fakat, dilersen her şeyi sebepsiz yaratırsın. İşte, bütün sebeplerin bana sırtını döndüğü şu anda, ey Müsebbibu’l-Esbâb, sebepler üstü olan azametine, her şeyi muhit bulunan güç ve kudretine, ilminin ve meşietinin enginliğine sığınarak sadece Senden yardım dileniyorum!” manalarını kastetmiş ve bunları bütün samimiyetiyle gönlünün sesi olarak dile getirmiştir. O, bütün benliğiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edince de, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet inkişaf etmiş; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye ve hem de gökyüzüne geçen Allah Teâlâ, geceyi, denizi ve balığı onun hizmetine vermiş ve Hazreti Yunus’u sahil-i selâmete çıkarmıştır. (08:35)

-İnsanlığın İftihar Tablosu’nun Mekke’den Medine’ye hicretinde Sevr Sultanlığı’nda iz kaybettirmesi de ıztırar haline ve sebeplere riâyete bir misaldir. (10:32)

-Allah’ın (celle celâluhu), Firavun’un ordularından kaçan Hazreti Musa’ya yardımı da ıztırar diliyle yapılan duaya icâbet gibidir. Öyle bir anda Hazreti Musa,

إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ

“Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir.” (Şuarâ Sûresi, 26/62) diyerek Allah’a yönelmiş ve bunun üzerine Cenâb-ı Hak da

فَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسٰۤى أَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْبَحْرَ

“Biz Mûsâ’ya, ‘Asânı denize vur!’ diye vahyettik.” buyurmuştur. Hazreti Musa, asâsını yere vurunca deniz koca dağlar gibi dalgalar halinde yarılıp açılmış, o ve beraberindekiler denizin ortasından geçip gitmiş ve fevkalade bir lütuf ve ihsanla sahil-i selamete ermişlerdir. (11:38)

-Esbaba riâyet, Cenâb-ı Hakk’ın inâyetine bir çağrıdır. Hazreti Yusuf’un kuyudan kurtuluş için (belki) tırnaklarıyla toprağı kazıp basamak yapması, çırpınması, kovaya vurması, Hazreti Yunus’un balığın karnını yumruklaması, Hazreti Musa’nın asâsını denize vurması ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve aleyhimüsselam) Sevr Sultanlığı’nda iz kaybettirmesi hep Müsebbibü’l-Esbâb’a saygının gereği sebeplere tevessül cümlesindendir. (12:38)

-Bazen Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in başına taşlar atılmış bazen de komplolar kurulmuş, kılıçlarla üzerine gidilmişti. Bu tür olaylar öyle bir hâl almıştı ki o büyük Güven İnsanı, Medine’de bir gün yalnız olarak hücre-i saadetlerinde istirahat buyurmak isterken, içinden “Keşke birisi gelse, başımda beklese de biraz uyuyabilsem!” diye düşünmüştü. O esnada Zübeyr bin Avvâm (Belki bu hâdise defaatle olmuştur ki, bazı rivayetlerde farklı sahabilerin gelip nöbet tuttuklarından, bunlardan birinin de Sa’d b. Ebî Vakkas olduğundan bahsedilir) kılıcını kuşanmış olarak oraya gelmiş ve “Allah’ın Rasûlü rahat uyusun, size bir şey olmasın diye kapınızda bekleyeyim mülâhazasıyla geldim.” demişti. İşte bu hadisede de hem bir nebze ıztırar hali hem muztarra inâyetin yetişmesi hem de sebeplere riâyet esası söz konusudur. (14:50)

-Realiteleri doğru okuma neticesinde ızdırapla kıvranma çok önemli bir ilham kaynağıdır. O, insana içinde bulunduğu sıkıntılı hâlden kurtulma adına çok farklı yol ve yöntemler ilham eder. Mesela kuyuya düşen bir insan, kuyunun dibinde bulunduğunun farkındaysa ve bunun ızdırabını duyuyorsa, kuyudan çıkmak adına elli türlü yol arar ve Allah’ın izni ve inayetiyle bir çaresini bulup oradan çıkar. Elinde kazma ve kürek olmasa bile, ellerini âdeta pençe gibi kullanıp oradan çıkmaya çalışır. Fakat kuyunun dibinde yaşadığının farkında olmayan ve hâlinden memnun bulunan birisinin hiçbir zaman böyle bir cehd ve gayreti olmaz. Nitekim, iman ve Kur’an hizmetinin birkaç kişinin çok zor şartlarda kitap okumasıyla başlayıp dershane, öğrenci evi, yurt, üniversiteye hazırlık dershaneleri, okul, üniversite… gibi müesseselerle gelişip devam etmesi de hep ızdırapla kıvranma ve şartlara göre sebeplere riâyet etme çağrısına Cenâb-ı Hakk’ın icâbet ve inâyetle mukabelede bulunması sayesinde gerçekleşmiştir. (18:28)

-İster ferdî isterse içtimaî planda olsun ıztırar hâli ızdıraplı bir dönemdir. Izdırap ise en makbul bir duadır. Bazen öyle ızdıraplı dönemler yaşanır ki, millet fertleri çaresizlik içinde dört bir taraftan kuşatıldığını hisseder, içten içe sürekli kıvranır durur. İşte böyle bir hâlde insanlar şikâyet etmez, durumlarını sadece Allah’a arz eder, O’na el açar, yalvarıp yakarırlarsa, bu, onlar için en makbul bir dua hükmüne geçer. (25:20)

Soru: 2) Çoklarının gecelerdeki ızdıraptan ve bitmek bilmeyen karanlıktan dert yanmasına rağmen bazı Hak dostlarının geceyi gündüze tercih ettikleri görülüyor. Bir yönüyle yalnızlık ve ızdırap da denebilecek gecenin gündüze tercihinde ne türlü mülahazalar söz konusudur?(26:16)

-Geceler, Cenâb-ı Hakk’a açılmanın koyları, vuslata ermenin rıhtımları gibidir. Geceler, sırlı vâridatıyla her zaman Hak dostlarına bir mûsikî gibi te’sir eder ve duygu duygu onların gönüllerine damlar. İlahî rahmete bel bağlayan ve hep ümitle soluklanan Hak erleri her gece uyanmanın ve yataktan uzaklaşmanın çok zor olduğu demlerde kalkar, rahat döşeklerini terk eder, seccadelerine koşar, O’na içlerini döker, inler ve O’nun merhametine sığınırlar. (26:38)

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in haber verdiğine göre; “Rabbimiz her gece yarısı, gecenin son üçte birinde dünya semasına iner ve şöyle buyurur: ‘Bana dua edene icabet ederim, Benden isteyene veririm, Benden bağışlanmayı dileyeni bağışlarım!’ Bu, fecir doğana kadar böyle devam eder.” Cenâb-ı Hakk’ın “iner” denilerek ifade edilen tenezzülü, teveccüh etmesi ve dua eden kuluna icâbetle mukabelede bulunması şeklinde anlaşılmalıdır. (27:05)

– Hazreti Âişe der ki: Bir gün Rasûlullah yanıma geldi ve “Âişe, bu gece Rabbime ibadet etmem için bana izin verir misin?” buyurdu. Ben de, “Ey Allah’ın Rasûlü, ben senin yakınlığını da severim, isteklerini de.” dedim. Kalktı, odadaki su ibriğine vardı, abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza ve Kur’ân okumaya başladı. Çok geçmedi ki ağlamaya durdu. O kadar ağladı ki gözyaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah namazını bildiriyordu. Baktı ki O ağlıyor, “Ey Allah’ın Elçisi, dedi, Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahını affetmiş olduğu halde ağlıyor musun?” “Ey Bilâl, buyurdu, şu halde ben şükreden bir kul olmayayım mı?’ Bundan sonra buyurdu ki, ‘Nasıl ağlamayayım, Allah Teâlâ bu gece “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, düşünen insanlar için ayetler vardır. Onlar ki, Allah’ı kâh ayakta divan durarak, kâh oturarak, zaman zaman da yanları üzere uzanmış olarak zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: “Ey büyük Rabb’imiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!” (Âl-i İmran Sûresi, 3/190-191)  ayetlerini indirdi. Rasûlullah bunu söyledi, sonra da “Vay onu okuyup da, o konuda tefekkür etmeyenlere! Vay onu çeneleri arasında çiğneyip de onun hakkında derince düşünmeyenlere!” buyurdu. (29:41)

-Gecelerdeki sırlı çağrıyı duyanlar hemen toparlanır, tâ göklere kadar bütün âfâkı rasat etmeye durur; mehtaptan işaretler alır; yıldızların büyülü edalarıyla kendilerinden geçerler:

Dinle de yıldızların şu hutbe-i şîrînini,
Nâme-
i nûrunu hikmet, bak ne takrîr eylemiş.
He
p beraber nutka gelmiş Hak lisanıyla derler:
Bi
r Kadîr-i Zülcelâl’in haşmet-i sultânına,
Bire
r bürhân-ı nur-efşânız vücûd-u Sâni’a;
He
m vahdete, hem kudrete şahitleriz biz!

Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhân gösteririz;
İşittiriri
z insan olan insana..
r olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü;
He
m işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz!” (Hazreti Bediüzzaman) (30:14)

-Gecelerin o sırlı ve sihirli iklimlerinde her zaman Cânan ilinden gelen esintilerin inceliği ve bu inceliği duyan ruhların vecd ü heyecanı hissedilir; hissedilir de gönül, bütün leylîlere o kendine has temâşâ ufkundan, İbrahim Hakkı gibi:

“Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde;
Kevkeblerin et seyrini, seyran gecelerde.
Bak hey’et-i âlemde bu hikmetleri seyret;
Bul Sâni’ini ol âna mihman gecelerde.
Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gafil,
Ko gafleti dildârdan utan gecelerde.
Az ye, az uyu, hayrete var, fâni ol andan
Bul bekâ ol âna mihman gecelerde.”

diyerek seslenir ve onları sonsuzu rasat etmeye çağırır.

-Ehl-i hakikatin geceyi gündüze tercih etmeleri, kabzı basta tercih etmeleri gibidir. Gece de, kabz da elinizde değildir; ikisi de bir yönüyle cebr-i lutfîdir. İnsan temkinli hareket eder ve bast ararmışçasına sabırla aydınlığın peşine düşerse, kabz gibi “gece” de bir açılma rıhtımı halini alır. Karanlık sıkıştırdıkça, ruh başka âlemlere menfezler aralar. Bu, yalnızca rüyalar yoluyla da olmaz. Rüya, bu menfezlerden sadece biridir. (33:20)

-Her sıkıntı bir kolaylığa, her kabz bir basta ve her gece bir nehara gebedir ama haml müddetine sabretmek gerekir. Bir Hak dostu ne hoş söylemiştir: “Ey gece! Karar kararabildiğin kadar; zira (karanlığın en amansızlaştığı an, şafakların da sökün edeceği andır) kararmanın son noktası aydınlığın başlangıcıdır!” (35:20)

(Not: Bu sohbetin çay faslını 205. Nağme: Yeni Platform ve Hocaefendi’nin Sitemi başlığıyla neşretmiştik.)