Bamteli: SIZINTI’DAN ÇAĞLAYAN’A

Bamteli: SIZINTI’DAN ÇAĞLAYAN’A

   Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Eğer mâruz kalınan tazyikler, baskılar, zulümler, insafsızca saldırılar ve gâvurun yapmadığı şeylere maruz kalmalar, gönülden, bütün benliğimizle O’na yönelmemize vesile oluyorsa, kazanıyoruz demektir.

Öbür taraf, çok uzak gibi görünüyor. Oysaki dün aramızda dolaşıp duran insanların bugün gölgeleri bile yok aramızda; başka bir dünyadalar. قَالَ كَمْ لَبِثْتُمْ فِي الْأَرْضِ عَدَدَ سِنِينَ “Sonra Allah, der: Yeryüzünde yıl hesabıyla ne kadar kaldınız?” (Mü’minûn, 23/112) قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ فَاسْأَلِ الْعَادِّينَ “Bir gün veya günün sadece bir kısmında kaldık! Ama tam da kestiremiyoruz; bunu zamanın hesabını bilebilen ve aklında tutabilenlere sorsanız, diye cevap verirler.” (Mü’minûn, 23/113) Dünyada ne kadar kaldınız/yaşadınız? Bir gün, belki günün bir parçası; hayır, ondan da az!.. Zaman üstü bir âleme açılınca, bu dünyadaki her şeyin bir “saniyelik şey” olduğunu göreceğiz/görecekler.

Burada ebedî kalacakmış gibi sadece dünyaya taparcasına, balıklamasına onun içine saplanan insanlar, onun bir “hiç” olduğunu orada duyunca/görünce, öyle bir ızdırap yaşayacaklar ki, zannediyorum, yine “acıma” size düşecek. Zalimleri orada kıvranır görürken, “acıma” size düşecek. Binlerce aileyi dağıtan “Zalimlere dedirtir bir gün Kudret-i Mevlâ / Tallâhi lekad âserekellahu aleynâ…” (Düşün ki, Hazreti Yusuf’a ne kadar zulmettiler. Allah’ın kudreti bir gün zalimlere, Hazreti Yusuf’un kardeşlerinin dediği gibi, “Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı.” (Yusuf, 12/91) dedirtir.)

   Meşakkat ölçüsünde mükâfat elde edilir; insan, öteler hesabına ne kadar sıkıntıya katlanıyorsa, Allah da ona o kadar terakkî ihsan eder.

Şu halde, “Mü’mine sadakat yaraşır, görse de ikrâh / Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah.” Mü’mine, sadakat yaraşır doğransa da, tazyik görse de, cenderelerden geçse de, paletler altında kalsa da, başına balyozlar inip-kalsa da, haksız iftiralara maruz kalsa da… Bütün bunlar, sabırla meseleyi göğüslüyorsa, onun için kazanım yollarıdır. بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي “Çekilen sıkıntı ölçüsünde, seviye elde edilir.”

Allah (celle celâluhu), Hazreti Eyyûb (aleyhisselam)’ı, bir sabır kahramanı, bir sabır âbidesi olarak nazara vermektedir: إِنَّا وَجَدْنَاهُ صَابِرًا نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُ أَوَّابٌ “Biz O’nu (Eyyûb’u) gerçekten sabırlı bulduk. Ne güzel kuldu O! Tam bir teslimiyet ve samimiyetle Allah’a sürekli yöneliş halinde idi.” (Sâd, 38/44) Cenâb-ı Hak, Hazreti Eyyûb hakkında “Ne güzel kul!” demişse şayet, O’nun (aleyhisselam), çektiği şeyler karşısında, dişini sıkıp sabretmesi sonucunda olmuştur.

Evet, بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي Bu ifadeyi, biraz farklı manalandırıyoruz: “Meşakkat miktarı, me’âlî elde edilir!” Ne kadar ızdırap çekiyorsanız, ne kadar iğneli fıçılardan geçiriliyorsanız, o ölçüde Nezd-i Ulûhiyet’te değerler üstü değerlere ulaşırsınız!..

Hazreti İbrahim (aleyhisselam) öyle yüce bir karakter. Fakat o yüce karakterin “Halîlullah” unvanını alması, ateşe atılmasını müteakip olmuş.

Hazreti Musa’nın (aleyhisselam), “Kelîmullah” unvanıyla şereflendirilmesi de öyle. O da daha çocukluğunda bir korku zemini içinde hayata gözlerini açmış. Ne sıkıntılarla, Firavun sarayında, boy atıp gelişmiş!.. Başına ne gâileler gelmiş!.. Senelerce maskat-ı re’si olan Mısır’ı terk ederek, Medyen’de yaşamış, senelerce. Dönüp gelmiş, çekmeler devam etmiş. Ama Allah (celle celâluhu), O’nu (aleyhisselam) muhatap olarak seçmiş ve Kitâbullah O’na “Kelîmullah” demiş, “Allah ile konuşan insan”.

Hazreti İsâ’ya (aleyhisselam) da “Rûhullah” denmiş. Az mı çekmiş?!. Hâşâ, sıradan bir insan gibi eşkıya tarafından, zalimler tarafından, çağın zalimlerine denk zalimler tarafından, adım adım takip ediliyor. O (aleyhisselam) da onların önünde, kâh orada, kâh burada hakkı-hakikati dillendiriyor. “Nâsıralı Genç”. İnsanları Allah’a çağırıyor/dâvet ediyor. Gönüllere, Allah’ın O’na (aleyhisselam) verdiği, o “Rûhullah”ın esrârını duyurmaya çalışıyor. Ama en seviyesiz insanın maruz kaldığı şeylerin çok çok ötesinde, daha derince şeylere maruz kalıyor. Nihayet, Allah, O’nu Kendine yükseltiyor. Cenâb-ı Allah, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha hayattayken “vücûd-i necm-i nûrânî”siyle öbür âlemlere yükseltip sevindirdiği gibi, Hazreti İsâ’yı “vücûd-i necm-i nûrânî”si itibariyle öbür âlemlere yükseltiyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Miraç seyahatinde O’nu (aleyhisselam), o makamında, o konumunda ziyaret ediyor; bizzat, O’nunla (aleyhisselam) da görüşüyor.

Çekmeyen yok, onların içinde; Nuh “Neciyyullah” (aleyhisselam), Hûd (aleyhisselam), Salih (aleyhisselam)… Hepsi çekmişler. Onların her birinin çektikleri şeyler, topyekûn bir milletin başına balyoz gibi inse, milleti ezer; o kadar şeye maruz kalıyorlar. Bunlar, Allah’ın sevdiği kullar ama her devirde, hayâsız zâlimler de var. Zulmederken, utanmayan talihsizler var; ehl-i dalalet var; ehl-i hüsran var. Ve bunlar karşısında iki kelimeyle olsun, sesini yükseltmeyen “dilsiz şeytan”lar var; seslerini yükseltirken bile, zalimi alkışlama şeklinde sesini yükseltenler var; etrafa zift saçanlar var. Bir manada, çağın müsaadesi ölçüsünde, insanlar ancak o kadar melek olabilir/melekleşebilir; melekleşmiş insanları şeytan gibi gösterenleri alkışlayanlar var. Dünyaya açılmak suretiyle, maarif ile beşerin gözlerini açmaya çalışan insanların üzerine “Mâ-a’rif” ile giden densizler var, hayâsızlar var, edepsizler var. Hiç eksik olmamış bunlar, dünyanın hiçbir döneminde!..

İlk Ulû’l-azm peygamber Hazreti Nuh (aleyhisselam) ile başlamış; Hazreti Âdem’in çektiği başka bir şey; İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar, o yolun yolcuları, Peygamber yolunun yolcuları hep çekmişler. Her dönemde de, farklı zift yuvaları olmuş; şeytanî fikirleri üreten merkezler olmuş; diyalektik üreten, demagoji üreten, Makyavelist fikirlerle hedeflerine varmak isteyen densizler olmuş. Bir tarafta çektirenler; bir tarafta da çekenler olmuş. Dünyada çekmişler fakat “â’lâ-i illiyyîn-i kemâlât”a yükselmeleri için, o bir vesile olmuş. بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي “Meşakkat miktarı, me’âlî elde edilir!” Ne kadar çekiyorsanız, ne kadar sıkıntıya maruz iseniz, o ölçüde nezd-i Ulûhiyette değeriniz/dereceniz var.

Bu açıdan müteessir olmamanız lazım. Kazanan, Allah’ın izni ve inâyetiyle, siz ve sizin çizginizde, hâlâ sarsılmadan, ayakta dimdik duran, dimdik durmayı temâdî ile taçlandıran insanlar!.. Vazife ve misyonlarını edâya devam ediyorlarsa, Allah’ın izni ve inâyetiyle, kazananlar, onlar olacaklar. Öbür taraftakiler de; “Yâ leytenî, yâ leytenî, yâ leytenî!..” (Vah başıma… Keşke!.. Keşke!.. Keşke!..) ile homurdanıp duracaklar. “Homurdanıp duracaklar!” mı diyelim, “Yâ leytenî mırıldanıp duracaklar!” mı diyelim, “Yâ leytenî deyip ‘keşke’lerde teselli arayacaklar!” mı diyelim?!. Diyecekler, hiç tereddüdünüz olmasın.

   Ahiret, zannettiğinden de çok yakın; ölüm, çıkıp gelir bir gün ansızın; seni bekliyor kabir ki o amel sandığın!..

Uzak görülen o âlem, o kadar yakın ki, burnumuzun dibinde âdeta. Nasıl diyor?

يَا مَنْ بِدُنْيَاهُ اشْتَغَلْ   قَدْ غَرَّهُ طُولُ الْأَمَلْ

أَوَلَمْ يَزَلْ فِي غَفْلَةٍ   حَتَّى دَنَا مِنْهُ الْأَجَلْ

اَلْمَوْتُ يَأْتِي بَغْتَةً   وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ الْعَمَلْ

اِصْبِرْ عَلَى أَهْوَالِهَا   لَا مَوْتَ إِلَّا بِالْأَجَلْ

“Ey dünya meşgaleleriyle oyalanan zavallı! Upuzun bir ömür ümidiyle hep aldandın!

Yetmez mi artık bunca gaflet ve umursamazlığın? Zira bak, yaklaştı ötelere yolculuk zamanın!

Unutma, ölüm çıkıp gelir bir gün ansızın! Seni bekliyor kabir, o ki amel sandığın.

Öyleyse, dünyanın sıkıntı ve belâlarından sabra sığın! Bilesin ki ecel gelmeden gerçekleşmez ölüm ayrılığın!”

(İbn-i Hacer el-Askalânî hazretlerinin “Münebbihât” adlı eserinde, Hazreti Ali’ye (radıyallâhu anh) isnat edilen bu sözler) يَا مَنْ بِدُنْيَاهُ اشْتَغَلْ nidasıyla başlıyor. “Ey kendini dünyaya salmış…” “İştigal” kelimesi seçilmiş. Demek, dünya ile meşguliyeti tabiatının derinliği haline getirmiş: Bir saray yetmez, bir tane daha olsun!.. Bir filo yetmez, bir tane daha olsun!.. Bir ton parayı bir yere kaçırma yetmez; adam, bir tane daha olsun!.. Dünya ile öyle bir meşguliyete girmiş ki, o meşguliyet, tabiatının derinliği haline gelmiş. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun nûr-efşân beyanıyla, iki dağ altını olsa, aralarına otursa, bunların bir üçüncüsünü isteyecek!.. يَا مَنْ بِدُنْيَاهُ اشْتَغَلْ İşte böylesine dünya ile iştigali/meşguliyeti, tabiatının derinliği haline getirmiş, öyle içtenleştirmiş ki onu, dünyadan başka bir şey görmüyor.

Öyle ki; كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhireti ise terk edip bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) Hayır, hayır!.. Siz, hemen, âcil olan şeyi, peşin olan şeyi tercih ediyorsunuz, seviyorsunuz. Ama sonradan verilecek şeyleri görmezlikten gelme körlüğüne kendinizi salıyorsunuz. Öyle körlük çağlayanına salıyorsunuz ki kendinizi, Nebî eli bile sizi çıkaramıyor oradan; Ebu Cehil gibi, Utbe gibi, Şeybe gibi ‘Kalîb-i Bedr’e (Bedir kuyusuna, Bedir Harbi’nin yapıldığı yerdeki kuyulara) kadar sürüklenip gidiyorsunuz!.. Siz değil, o zavallılar!..

Zavallı!.. قَدْ غَرَّهُ طُولُ اْلأَمَلْ Kendisini tûl-i emel aldatmış. Şeytana “garûr” diyor Kur’an-ı Kerim; dünyanın aldatıcılığından bahsettikten sonra, Şeytana da “aldatan” manasına “garûr” diyor; mübalağa kipli bir kelime ile ifade ediyor: Çok yaman, yavuz bir aldatıcıdır. Sağdan gelir; suret-i haktan görünerek, “İslam!” der, “İman!” der, “Kur’an!” der, “Demokrasi!” der, “Hümanizm!” der, “Evrensel değerlere saygı!” der. Efendim, şunu vadeder, bunu vadeder; güzel şeyler vadetmek suretiyle sağdan gelir. İnsanın hevâ-i nefsini tetikler; şehevânî duygular içine, tûl-i emellere, tevehhüm-i ebediyetlere salmak suretiyle, onu soldan vurur. Bir yönüyle, önünü, geleceği karartır onun için, âhireti görmez hale gelir; perde perde üstüne, dünyayı bütün câzibedâr güzellikleriyle/hezâfiriyle onun önünde öyle tablolaştırır ki, insan, o resim karşısında bayılır, daha ötesini göremez; böylece önden gelir, vurur. Sonra, geçmişiyle alakasını keser/koparır; bu suretle bazı kimseleri arkadan vurur. Geçmişin lafını ederler fakat bizim geçmişimiz Allah Rasûlü’nün hayat-ı seniyyeleridir, Ebu Bekir’in hayat-ı seniyyeleridir, Ömer’in hayat-ı seniyyeleridir, Osman’ın hayat-ı seniyyeleridir, Ali’nin hayat-ı seniyyeleridir; sahabenin, tâbiînin, müçtehidînin, muhaddisînin hayat-ı seniyyeleridir bizim geçmişimiz. O geçmişten koparır. Hâlbuki “Ben, kökü mazide bir âtiyim!” Geçmişten kopanların, geleceği de yoktur onların.

Bunlar, aynı zamanda Şeytan’ın da birer oyunudur: قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ * ثُمَّ لَآتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ وَلاَ تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ “Şeytan, devam etti: Öyleyse, madem Sen beni azdırıp saptırdın, ben de andolsun, o insanları saptırmak için Sen’in dosdoğru yolunun üzerine oturacağım. Oturup, kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından kendilerine yaklaşacağım. Onların çoğunu şükredenler olarak bulmayacaksın!” (A’râf, 7/16-17) “Çoğunu o insanların, şükürden nasipsiz olarak göreceksin! Şükretmeyecekler Allah’ın nimetleri karşısında!” diyor.

Evet, أَوَلَمْ يَزَلْ فِي غَفْلَةٍ * حَتَّى دَنَا مِنْهُ الْأَجَلْ “Ve lem yezel” وَلَمْ يَزَلْ de diyebilirsiniz. وَلَمْ يَزَلْ فِي غَفْلَةٍ * حَتَّى دَنَا مِنْهُ الْأَجَلْ Gaflette öyle temâdî etti ki, öyle kendini körlüğe saldı, öyle bir görmezliğe saldı ki!.. Siz bir yerde, taylasanı ile filan, görüyor zannediyorsunuz ama adam körün teki, “görmez” katiyen. Görmediğinden dolayı da neler neler, ne densiz şeyler mırıldanır durur. حَتَّى دَنَا مِنْهُ الْأَجَلْ Derken, ecel birden bire gelip çatar. اَلْمَوْتُ يَأْتِي بَغْتَةً Ölüm, ansızın gelir; beklenmedik bir yerde.

Şu anda hepimiz buradayız. Allah, ihlas içinde, rızası istikametinde, hâlis aşk u iştiyak mülahazasıyla, uzun ömür yaşamaya muvaffak kılsın. Ömür, öyle yaşanmayacaksa, bu camiden çıkmadan emanetini alması daha iyidir. Allah, size, öyle uzun ömür ihsan eylesin ve sizi, yolunda koştursun!.. Koştuğunuz yolda Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hep izlerini görüverin; Ebu Bekir’in izlerini, Ömer’in izlerini, Osman’ın izlerini, Ali’nin izlerini görüverin, Radıyallâhu anhüm elfe merrâtin. Az oldu değil mi?!. Milyon merrâtin, katrilyon merrâtin. (Allah onlardan binlerce, milyonlarca, katrilyonlarca razı olsun.) Hayır, بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ، رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ أَجْمَعِينَ Allah Teâlâ, onların hepsinden ilmi ve malumâtı adedince razı olsun!.. Onların izlerini göreceksiniz. Esasen kendinizi o izlere saldığınız zaman, kime ulaşacağınız bellidir; ulaşacağınız “İmam”a ulaşmışsınız demektir. Bir yönüyle O’nun arkasındasınız demektir. Ve O’na ulaşan da, ulaşması gerekli olan her şeye ulaşmış demektir; “ihlas”a da ulaşmış, “rıza”ya da ulaşmış, “iştiyak likâullah”a da ulaşmış, ulaşacak hiçbir şey kalmamıştır. Yol, o; yöntem, o.

Ama beride اَلْمَوْتُ يَأْتِي بَغْتَةً * وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ الْعَمَلْ “Ölüm, ansızın gelir, çarpar; kabir ise, bir amel sandığıdır.” Ne kazanmış isen -âdeta bir gelin gibi- oraya gittiğin zaman, çeyizin ile orada karşı karşıya kalacaksın. “Al sana damatlık elbise! Al sana yatacak yatak! Al sana serîr!..” Bir böyle var.. Bir de bunun arkasında çok korkunç ürküten bir “bevâr” (helâk) حَفِظَنَا اللهُ مِنَ الْبُورِ وَالْبَوَارِ (Allah bizi kaybedip helâke uğramaktan, kötü akıbetten ve nihayet felaket yurdu Cehennem’den muhafaza buyursun!..)

Hiç… Zavallı, farkına varmadan, kendini bir gayya içinde bulur. Farkına varmadan, yaptığı o zulümler, o müteessifâne hadiseler, öyle bir gâile olarak balyoz gibi tepesine iner ki, elli defa “Keşke!” dese de hiç fayda vermez, elli defa. Cenâb-ı Hakk, bizi, samimi kulluktan ayırmasın. Haddimizi bilmeye bizi muvaffak kılsın! طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ، وَلَمْ تَيَجَاوَزْ طَوْرَهُ Ne mutlu o insana ki, kendi kulluk çerçevesini, ne olduğunu, konumun neyden ibaret bulunduğunu bilir; haddinin üstünde, kendini aşan şeylere dilbeste olmaz! Vesselam.

Çekme, ne güzel şey!.. Çekenler, çektirmeyecekler fakat öbür tarafta kazanacaklar. Çektirenler, öbür tarafta çekecekler fakat kazanamayacaklar. Hepsi bundan ibaret!.. Çekenler, burada çekecek; fakat, öbür tarafta kazanacaklar. Çektirenler, kaybedecekler; hiçbir şey kazanamayacaklar!.. Hiçbir şey!.. Hiçbir şey!..

   Soru: Çağlayan Dergisi’nin ilk başyazısı olan “Bir Küsûf Daha Sona Ererken” başlıklı makalede, toplumun içinde bulunduğu problemler sarmalı anlatılırken, “mefkûresizliğin yol açtığı nefsânîlik” de sayılıyor. Hizmet gönüllülerine bakan yönüyle, mefkûresizlik ile nefsânîlik arasındaki münasebeti lütfeder misiniz?

   Cevap: Estağfirullah. Evet, inşaallah, ümidimiz, recâmız; bir küsûf daha sona eriyor. Güneş’e perde çekilmez. Ara sıra bir küsûf (güneş tutulması) veya hüsûf (ay tutulması) olsa da… Bazen o araya giriyor, bazen de öbürü araya giriyor; küre-i arz, araya giriyor, bir şey oluyor; kamer, araya giriyor, bir şey oluyor; belki başkaları araya giriyor, bir şey oluyor. Bu araya girmeler, Cenâb-ı Hakk’ın âdet-i sübhâniyesi…

Cenâb-ı Hakk, bizim kalbimiz ile Zât-ı Ulûhiyet arasına böyle bir şeyin girmesine fırsat vermesin; bize hüsûf-küsûf yaşatmasın. En büyük küsûf, bence, O’na (celle celâluhu) karşı yaşadığımız küsûftur; Şemsü’ş-Şümûs’a (celle celâluhu) karşı küsûftur. Sonra Kamer-i Münîr’e karşı küsuftur, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı küsûftur. Ve Sahabe-i güzîn (radıyallahu anhüm) efendilerimize karşı küsûftur, hüsûftur; onlara “hüsûf” diyelim.

   Ümidi her zaman canlı tutmak, doğruya var güçle sahip çıkmak ve hep kararlı durmak lazımdır.

Ama ümit ve recâmızı hiç kaybetmedik. Hiç kaybetmeyin, hiç!.. Evet, gücümüz ne kadarına yetiyorsa, doğruyu o ölçüde sahiplenerek, o mevzuda kararlı durmamız ve hep ümitli olmamız lazım. Antrparantez bir şey arz edeyim:

Yetmiş yılında, askerî darbe olmuştu. Çoklarımızı içeriye almışlardı. Bana göre yüz Diyanet İşleri Reisi vazifesi görmüş Yaşar Tunagür hocamız da içeri alınmıştı. Onu, kırk küsur yaşlarında, müftü olarak tanıdım. Kürsülerde, sözünden daha çok gözyaşları, ağlamaları ve hicranı vardı; cemaati şakır şakır ağlatmaları vardı. Ve beni kendisine meftun eden şeylerden birisi de bu idi. Hakperest bir insandı. Ama bu insana bile gadrettiler. Bugün hâlâ, o gün o sorumluluğu üzerine alanlardan, hayatta olan insanlar var. Bir Diyanet İşleri başkan yardımcısını, Çorum’a vaiz olarak tayin ettiler. Askerî darbede de “Bu da sana çok, ne hakkın var, sen vaiz oluyorsun!” dediler.

Fakat o dönemde bugünkü şenaat ve denaet yoktu. Meseleler ferdî planda, “Suçun şahsîliği” disiplinine, hukukun ifadesiyle -ki İslam Hukuku’nda da öyledir, modern hukukta da öyledir- “suçun şahsîliği” esprisine bağlı götürülüyordu. Mesela Kıtmîr’i içeri aldılar ama “Siz, falanlar!.. Siz de bunun yeğenisiniz! Gel bakalım Mazhar, gel bakalım Kevser, gel bakalım Selman, gel bakalım Süleyman!.. Sizin de akrabalığınız var, uzaktan…” Halanızın torununun torunu!.. “Ha irtibat var, iltisak var; ihtimal, sana da o korku bulaşmıştır!..” Evet, böyle bir Yezîd adaleti, bir Haccâc adaleti… Niye “zulüm” demedim? Ağzımı bozmamak için.

Kendisinden dinlemiştim; Yaşar Hocayı da Ankara’da içeriye alıyorlar. Tevkifhaneye alırken, aynı zamanda saç sakalı kesecekler. Hani Kıtmîr’in de bıyıklarımı kestiler, saçlarımı da kestiler; ben bekliyordum makinanın kaşlarıma ne zaman geleceğini? Neyse ki lütfettiler, “Thank you very much!” Kaşlarımı bağışladılar. Yaşar Tunagür Hocayı da bu konuda zorluyorlar, “Sakalını keseceğiz!” diye. “Ben kestirmem!” diyor. Hakikaten, aşağı yukarı kırk yaşındaydı, ben tanımıştım, sakallıydı. Meğer yirmi beş yaşlarında tâ, sakal bırakmış. “Ben, sakalımı kestirmem! Allah için bıraktım, kestirmem!” diyor. Haberi yukarıya götürüyorlar, çünkü emir/ferman yukarıdan geliyor. “Hayır, ne olursa olsun, sakalını keseceksiniz!” deniyor. “Kestirmem!” diyor, diretiyor. O gel-gitler bile, bir parça insaf emaresi ifade ediyor. Şimdi gel-git de yok!.. Evet, sakalını değil, yukarıdan ferman-ı nâ-hümayun gelince, “Kellesini alacaksınız!” dense, kelleyi bile alırlar! Nice insanlar öldü. Ve bir yönüyle balık istifi gibi insanların bir mekânda çırılçıplak olduğunu dünya medyası aldı ve neşretti.

Evet, o gün askerî bir darbe olmuş, fakat tecziye lokal kalıyor. İşte mesela bizi, bütün Ege’dekileri aldılar oraya, hepsi hepsi on tane insan aldılar içeriye. Evet… “Ben, sakalımı kestirmem!” diyor. “Ee, biz keseriz. Nasıl olsa keseriz!” diyorlar. “Ha bak, şöyle kesebilirsiniz belki: Ben katiyen izin vermem buna ama ellerimi bağlarsınız, ayaklarıma da bir zincir vurursunuz. Kafamı da hareket ettirmemek için, ona da bir yönüyle belki bir şey takarsınız, bir tasma takarsınız. Fakat ben yine siz makineyi gezdirirken -gözümün önünde bugün, onun anlatışı- böyle yapar, o sakalımı yine kestirmem!” diyor. Sonra o gel-gitler de sona eriyor. “Benim son direnmem!” diyor orada. Adamlar yeniden bir tereddüde daha düştüler.

Efendim, mütereddit zalim, kararlı zalime göre Allah huzurunda farklı muamele görür. Evet, iki türlü zalim vardır: Biri, mütereddit; zulmün zulüm olduğunu bilir, endişe duyar, sıyrılma yolu arar. Diğeri ise, kararlı; aklına ne esiyorsa, Şeytan dürtüleri ile onu hemen yerine getirir. “Efendim; söyleyin bana, onlarla iltisaklı/irtibatlı kim varsa, hepsini derdest edelim/atalım; sonra, efendim, aklımıza estiği zaman mahkeme ederiz; yatsınlar orada, içeride/hücrede yatsınlar!” der.

Yaşar Hoca demişti ki: “Tam, ben o son mücadeleyi verirken, içeriye girdiler; ‘Yaşar Hoca, sen, tahliye edildin!’ dediler. Sakal kestirmemede kararlı duruşum benim, o en son direnmem, sanki bir yönüyle benim için dışarıya çıkmanın, tahliye olmanın anahtarı gibi oldu. ‘Yaşar Hoca, tahliye oldun!’ dediler. Ben, sakalıma iliştirmedim, Allah da bana iliştirmedi!” Rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsieten. Kararlı durmak lazım… Kararlı durmak lazım…

Evet, “küsûf”tan bahsediyorduk. Hiç ümidimizi yitirmedik. Efendim, korkunç bir küsûf vardı ortada veya bir hüsûf; her ne olursa olsun, bunun da bir gün gideceğine inanıyoruz. Yalnız, zulmün gayretullaha dokunma kertesi vardır. Bu açıdan, katiyen ye’se düşmemek lazım; o küsûf da, vakt-i merhûnu gelince açılacak; murâd-ı Sübhânî o istikamette tecelli edince, o küsûf da gidecek.

   Başlangıçtaki sızıntılar birer çağlayana dönüşüyor; çiseleme şeklindeki rahmet damlaları sağanak yağmurlara inkılap ediyor.

Burada yine antrparantez bir şey diyeyim: Bir “Yeni Ümit” vardı, bir “Yağmur” vardı, bir “Sızıntı” vardı. Ve bunların hepsi, mütevâziâne isimlerle yâd ediliyordu. “Sızıntı”, hafif hafif suların o kaynaktan, o gözelerden sızması gibi bir şey idi. Bir gün geldi, kendi keyfiyeti, kendi çizgisi açısından, dünyada birinci, ikinci, üçüncü sırada yerini aldı. Bir milyon tirajlara ulaştı. Kimseyi inciten bir şeyi yoktu. Hatta askerî idarenin olduğu bir dönemde, mekteplerde tavsiye bile edildi. Birisinin gammazlaması ile o tavsiye kaldırıldı ama bir dönem mekteplerde bile tavsiye edildi. Bugün de alıp okuduğunuz zaman onu, ne yâra, ne de zülfüyâra dokunan tek kelime yoktur. Tamamen onda milli mefkûre dantelamız işlenmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu temin edebilecek şeyler, Ruh-i Seyyidi’l-Enâm’ı memnun edebilecek şeyler, mezarlarında yatan ecdâdımızı memnun edecek şeyler, dâsitânî şeyler vardı; manzumesiyle, nesriyle, onları memnun edecek şeyler vardı.

Bir dönemde korkuttular, kısmen o tirajı düşürmeye muvaffak oldular. Fakat baktılar ki hâlâ alanlar var, ee gâsıp, mutasallıt, mütehakkim, mütegallip, mütemellik kimseler, geldi, tepesine bindiler. Alın teri ile kazanılmış, yirmi-otuz sene binlerce insanın içinde sa’yi bulunan bir şeyin, hak ve hakikatin nâşir-i efkârı olan bir şeyin tepesine kondular; “Bu, bizimdir!” dediler. Öbür tarafta görürsünüz, ey zâlim oğlu zâlimler!.. “Bizim!” dediler; görürsünüz öbür tarafta, ey zâlim oğlu zâlimler!.. Öyle ki, şimdi bir yerde benzeri, alternatifi bir şeyler neşredilince, bir şeyler çıkınca televizyonda veya işte İnternet’te veya telefonlarda, dijitalde bir şey çıkınca, diyorlar ki, “Biz, buraya el koymuştuk! Tasallutta bulunmuştuk! -Öyle diyeyim ben- tagallüpte bulunmuştuk, tahakkümde bulunmuştuk, temellükte bulunmuştuk, gasp etmiştik! Artık o daire, o câmia içinde bulunan insanların yazıları da -sonradan bile olsa- bize aittir!” Nasıl bir mantık ise bu?!.. Nasıl bir mantık?!. Yirminci asırda… Hukuku görüyor musunuz? “Hukuk” değil, buna, rahmetli Bekir Berk, “guguk” derdi.

“Gönül her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘sâdık’ dedikleri, çıkar münafık.” Hele bir de atıp tutuyorlarsa, iyilik-güzellik adına, hiç farkına varmadan, takılır münafıkların arkasından gidersiniz. Ve nitekim şimdileri köşelerinde yazıyorlar; yani “Bir döneme kadar, belli bir devreye kadar, iltizam oldu!” diyorlar. Demek ki, biz öyle bir günah işledik; “fâsık”ı sezemedik, “zâlim”i sezemedik, “münafık”ı sezemedik. Onları müstakim insan zannettik. Cenâb-ı Hak, adeta “Ne diye basiretinizi kullanmadınız? Ne diye “hüsn-i zan” derken, “adem-i itimâd” mülahazasını canlı tutmadınız? Neden ne olduğunu bilmediğiniz insanlara sırtınızı döndünüz, arkadan hançerlendiniz?!.” dedi. Sebep, bu!.. Sebep, “Yalanlara kandınız!” Yalan, bir lafz-ı kâfirdir. “İftiralara kandınız.” İftira, bir kâfir tavrıdır; isnad, bir kâfir tavrıdır; karalama, bir kâfir tavrıdır; camiye gelen yapsa bile, bir kâfir tavrıdır. Bütün bu sebepleri sıralayabilirsiniz. Fakat bütün bunların arasında çok önemli sâiklerden bir tanesi de, “mefkûresizlik”.

   Çağın insanı, mefkûresizliğin kurbanı olmuştur; acaba biz yüksek bir gaye-i hayale gönülden bağlı kalabildik mi?!.

Mefkûre tabirini, Ziya Gökalp, Fransızca “ideal”in karşılığında kullandı, dilimize soktu. O güne kadar biz, “ideal”i duyduğumuz andan itibaren, “ideal” diyorduk. Fakat Hazreti Pîr-i mugân, şem’-i tâbân -ondan da mana çıkarıyorlar, diğerini de söyleyeyim- Hazreti Bediüzzaman, “gâye-i hayâl” diyor. Ve o meseleye, bir yönüyle, bir hüküm yüklerken, diyor ki: “Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse; ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.” Bir insan, yüksek bir gayeye dilbeste olmamışsa, gönlünü ona vermemişse, onun için oturup kalkmıyorsa, hep onu soluklamıyorsa, hep onun rüyalarını görmüyorsa, hiç farkına varmadan, kendisini nefsânîlik akıntısına kaptırıverir. Bir egoist olur, farkına varmadan, bir egosantrist olur, bir narsist olur, daha bilmem Allah’ın belası neler neler olur.

Bu açıdan, ben, kardeşlerin, bu davaya gönül vermiş insanların, bu kategorilerin herhangi birisine girdiğini iddia etmek suretiyle, onlara karşı saygısızca bir ifadede bulunmak istemem. Fakat herkes, kendine bakarken düşünmeli: Hakikaten çok ciddî bir gaye-i hayalimiz oldu mu? Bir mefkûremiz oldu mu, hakikaten? Hep “Ne olur, Nâm-ı Celîl-i Muhammedî’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Güneşin doğup battığı her yere götürelim!” dedik mi?!. Atalarımızdan tevarüs ettiğimiz ve aynı zamanda din süzgecinden geçen, Kitap ve Sünnet referansıyla bu güne kadar gelen.. “Kitap” ve “Sünnet” referansıyla, “İcmâ” referansıyla, “Kıyas” referansıyla, “Tercih” referansıyla bu güne kadar gelen ve bize mal olan.. “gelenek”lerimizi, “tâlî edille-i Şer’iyye”yi, topyekûn dünya çapında ihyâ etme adına ölesiye bir gayretimiz oldu mu? Ölesiye bir gayret!.. Siz, bir tohum gibi, bir mefkûre uğruna, bir başağa yürüme adına, -tıpkı bir ağaç olma adına bir fidenin, bir filizin toprakta uzun zaman kalmaya katlanması gibi- bir ağaç olma, bir selvi olma, bir çınar olma gaye-i hayalini her zaman yaşadınız mı?

Derinlemesine bu mesele yaşanmadıysa, zannediyorum, işte enâniyet, bir yönüyle, bizim için öyle bir küsûfa sebebiyet vermiştir. Ve Cenâb-ı Hak, onun tokadını vurmak suretiyle, kulağımızı çekmek suretiyle, ensemize hafif bir şamar indirmek suretiyle -bu o kadar- “Aklınızı başınıza alın; siz, başka bir davanın yolcularısınız! Oturun-kalkın, hep onu düşünün! Ve kendi kendinize deyin ki: Allahım! Bize öyle bir akıl, öyle bir mantık ver, kafamızdaki nöronların bütününü o mefkûre için çalıştıralım!” Hepsini çalıştırıyor muyuz beynimizdeki nöronların? Zannetmiyorum ben. Nörologlar diyorlar ki, “Onların yarısı bile çalışmıyor!” Çalıştıranlar, çalıştırmış onu, çağın insanına kadar, çalıştıranlar, çalıştırmış. Çalıştırın onları!.. En onulmaz gibi görünen problemleri de çözün, insanlığa sürpriz armağanlar sunun. O size ait geçmişten tevârüs ettiğiniz güzellikleri, hâl ve temsil resimleriyle, meşherlerde öyle bir sergileyin ki, insanların başı dönsün, bakışı bulansın; koşan koşana sizin sergilerinize… Ama bu, bütün o nöronları o istikamette çalıştırmaya bağlı. İnsanın belli, sınırlı bir kapasitesi vardır. Şuna-buna dağıldığınız zaman, asıl “gaye-i hayal”e verebileceğiniz güç ve enerji kalmaz. Güç ve enerjinizi, bir yönüyle o güç/enerji sistemini bütünüyle çalıştırarak en önemli, hayatî noktaya teksif etmek, konsantre olmak suretiyle, bence onu elde etmeye bakın. Ha, biz, o mevzuda, size demem de, benim gibi adamlar gerekeni yapabildik mi?

   Gelin, kendimizi hesaba çekelim, Allah’tan bağışlanma dileyelim ve mazlumların necâtı için hep beraber ızdırapla inleyelim!..

Bir arkadaşımız, bana diyor ki: “Ben öyle hep meseleyi üzerinize aldığınızdan dolayı çok üzülüyorum. Bu mevzuun tek günahkârı siz değilsiniz!” Ama ben, mevzuun önemli bir günahkârı olarak kendimi görüyorum: “Neden beynimin nöronlarını bütünüyle çalıştırmadım? Neden münafığa “münafık!” diyemedim, o teşhisi koyamadım? Neden zâlimi başta keşfedemedim? Edemedim!.. Hüsn-i zannına binaen bütün arkadaşlarımızın mesailerine âdeta bir kerte vurdurdum!..” Ben, kendi kendimi sorguluyorum. Çok samimi söylüyorum. Başımı, Rabbime en yakın olunan secde halinde, yere koyduğum zaman, رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا، وَلاَ تُعَذِّبْناَ بِذُنُوبِناَ وَلاَ تُعَذِّبْناَ بِذُنُوبِناَ “Ya Rabbenâ! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma! Bizi günahlarımız sebebiyle azaba uğratma!” diyorum. “Ben ettim ya Rabbî!..” Çok defa içimden, kelam-ı nefsi ile… Hanefi mezhebine göre, meşhur-mütevâtir olmayan şeyler, namazda söylenmez. Ama çok defa, bir yönüyle, kelam-ı nefsiyle dilim onu kıpırdanıyor: “Ben ettim yâ Rabbi, Sen etme!” diyorum. Efendim.. “Benim günahlarımdan, hatalarımdan dolayı o tamamen masum, inanmış, kendini bu işe adamış insanlara çektirme! Kadın, erkek, çoluk, çocuk, zindanlarda, sürgünlerde, ihtifâlarda, yurt içinde gaybubetlerde.. aç, susuz, sefil.. gavurun revâ görmediği şekilde, olmayacak şeylere revâ görülmüş olarak.. o mazlumlar, o mağdurlar, o mehcûrlar, o muhtefîler, o fârrlar (firar edenler)… Eğer benim yüzümden ise, Rabbim… Benim günahlarım dağlar cesametindedir. Senin rahmetinden ümidimi kesmiyorum. “Ger günahım Kûh-i Kâf olsa ne gam, yâ Celîl / Rahmetin bahrine nisbeten “ennehû şey’ün kalîl.” Yine de Senin rahmetinden ümidimi kesmiyorum; fakat vebalimin büyüklüğü karşısında da eziliyorum, eziliyorum, eziliyorum, eziliyorum…

Bence size düşen şey de esasen, vicdanınızda o ızdırabı duymak.. o ızdırabı duyarak Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmek.. Süfyân İbn Uyeyne’nin ifadesiyle, “Bazen, muzdarip bir gönlün inlemesiyle, Allah, bütün bir ümmeti bağışlar!” Evet, bazen muzdarip bir gönlün inlemesiyle, Allah, bütün bir ümmeti bağışlar!..

Gelin, Allah için hep beraber inleyelim!.. Zâlimlerin def ü ref’i için… Zulüm adına ellerini size uzatanların, ellerini doğruya, müspete, pozitif şeylere döndürmeleri için… Şayet döndürmemede inat ediyorlarsa, onları kırmaları adına, kırıp yüzlerine vurmaları adına… Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunalım!.. Niyazda bulunalım!.. Binlerce mazlum, binlerce mağdur, binlerce mehcûr, binlerce müttehem…  “Terör örgütü ittihamı” ile, “firak-ı dâlle ittihamı” ile, “paralel ittihamı” ile, “irtidat etmişler ittihamı” ile müttehem… Ve dolayısıyla da ezilen binlerce insan, binlerce, binlerce insan… Sağa-sola sığınan, başını sokacak yuva bulamayan binlerce insan…

Cenâb-ı Hak, bu ızdırabı bir an evvel savsın!.. Buna mefkûresizliğimiz, gaye-i hayalimizin olmaması, idealsizce bir an yaşamamız sebebiyet vermişse şayet, o yırtığı yamamak da bize düşer.. o arızayı gidermek, bize düşer.. o tahribatı tamir etmek, bize düşer.

Ama unutmayın, اَلظَّالِمُ سَيْفُ اللهِ يَنْتَقِمُ بِهِ اللهُ، ثُمَّ يُنْتَقَمُ مِنْهُ Zâlim, Allah’ın bir kılıcıdır. Allah, onunla intikam alır, te’dib eder, kulak çeker, şefkat tokadı vurur. Fakat sonra döner, zâlimden de intikam alır.