Bamteli: İRTİDAT, DİN ŞÛRASI (!) VE HİZMET HAREKETİ

Bamteli: İRTİDAT, DİN ŞÛRASI (!) VE HİZMET HAREKETİ

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  İnsanlardan bir insan ol ve kendini anlatmayı bırak; seni davranışların anlatsın!..

Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) der ki: كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar arasında insanlardan bir insan ol, kendini sadece düz bir insan kabul et!” Hatta olduğundan birkaç kademe daha aşağı in! “Galiba ben onlardan da aşağıdayım!” de; “İhtimal, onların Allah ile farklı münasebetleri var. İhtimal dipdiri geceleri var.. saatlerini eşref-i saat haline getirme gayretleri var.. gözleri uyurken dahi uyumayan kalbleri var.. dünya ve mâsivâyı ellerinin tersiyle itme ferâgati, fedakârlığı, hasbîliği var.” Âleme bakarken, böyle bakmalı; kendimize bakarken ise “Birinin himmet eli uzansa da bize, şöyle-böyle biz de kurtulsak!..” demeli.

Âleme bakarken böyle bak: “Biri bize el uzatsa, biz de kurtulsak!..” Allah’ın inayet eli, kâfi ve vâfî.. وَكَفَى بِاللهِ وَكِيلاً “Kendisine dayanılıp güvenilecek ve bütün işlerin havale edileceği (vekil) olarak Allah yeter.” (Nisa, 4/81); وَكَفَى بِاللهِ نَصِيرًا “Bir yardımcı olarak da elbette Allah yeter!” (Nisa, 4/45) وَكَفَى اللهُ عِنَايَةً وَرِعَايَةً وَكِلاَءَةً، وَكَفَى بِالشَّفَاعَةِ نَبِيُّنَا مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (İnayet, riâyet ve vekâlet bakımından da Allah Teâlâ kafîdir. Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefaati yeterlidir.) Ama kendimize bakarken, öyle bakmamız lazım.

Benim de bildiğim bazı şeyler var!”, “Ben de bazı şeyler söyleyebilirim!”, “Ben de dinlenmeliyim!..” Bu sözlerin zâhirine bakınca, kılıf düzgün gibi görünüyor fakat içte bir enaniyet hırıltısı hissediliyor. Bırak, onu halk takdir etsin. Sen, kendini anlatmayı bırak; anlatılacak yanların varsa, onu halka bırak! Onlar da yüzüne söyledikleri zaman, Hazreti Pîr gibi, “Ben, kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum.” de.

Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın yanında, bir insan arkadaşını yüzüne karşı methedince, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) كَلاَمُ سَيِّدِ الْبَشَرِ، سَيِّدُ كَلاَمِ الْبَشَرِ (İnsanlığın efendisinin sözü, insan sözlerinin efendisidir.) beyanı çerçevesinde buyuruyor ki: “Kardeşinin boynunu kırdın!” Belki bu tabir, Arapça’da, o dönem itibariyle “bir insanı öldürmek”ten ve “mânen mahvetmek”ten kinaye olarak kullanılıyordu.

  “Hayır, Allah’ın takdir buyurduğundadır.”

Gördüğünüz gibi “kıldan ince, kılıçtan keskin!” Ama bir kere de gönlünü O’na verdin mi, O’na dayandın mı, “yol senin, devran senin” artık!.. Önündeki o kıldan ince kılıçtan keskin “Sırat” gibi şeyler, birden bire şehrâh oluverir. Keyiflenerek, “Bu şeritten mi gitsem, bu şeritten mi gitsem, bu şeritten mi gitsem!” dersin.

İşte dünya da böyle (çayı içmeye hazırlamak gibidir); sakarini içerisine atarsınız, “tam olsun!” diye biraz da limon katarsınız. Gerçi çay tiryakileri için limon eksikliktir, çay zevkinden mahrumiyetin ifadesidir. Hangi tam zevkimiz var ki, ondaki eksiklik söz konusu olsun?!. Efendim, sakarini atarsınız içine, limonu da atarsınız; sonra onun adı “yâ nasîb!” (Yâ nasîb, Arapça’da da bir oyundur; “Belki sana çıkar, belki ona nasip olur” manasına bir çekiliş/şans oyunu.) Ya nasip olur ya da olmaz.

Dünya da böyledir; çırpınırsın, koşar durursun, tepinirsin, mahmuzlarsın bindiğin şeyi… “Hedef!” dersin, nice yüksek yerlere gözünü dikersin, “Tırmanayım!” mülahazasıyla heyecan yaşarsın… Fakat bakarsın edip eylediğin şeylerin zerresi geriye dönmüyor. “Yâ nasîb!.. Yâ nasîb!..

Şu kadar var ki, orada Allah’a teslim olursan, اَلْخَيْرُ فِيمَا قَدَّرَهُ اللهُ، اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُHayır, Allah’ın takdir buyurduğundadır; hayır, Allah’ın ihtiyâr ettiği şeydedir.” dersen, acılar ve zehir zemberek şeyler, birden bire şeker-şerbet halini alır. “Off!”lar, birden bire “Ohh!”lara dönüşür. Ve vicdanında âdetâ cennet demleri yaşıyor gibi olursun.

  Soru: Sözde “Din Şûrası’nda, hükûmet adına konuşan bir siyasetçi, Hizmet’i, İslâm dünyasının en çirkin ve en tehlikeli irtidat hareketi olarak gösterdi. “İrtidat” nedir? Hizmet gönüllülerinin her türlü linçe rağmen, tiranlığa/diktatörlüğe boyun eğmemesi de bir “irtidat” sayılır mı?

  Cevap: Böyle bir dırıltı karşısında, orada bulunan şöyle-böyle ilahiyat eğitimi görmüş kimseler;

  1. Şayet “irtidat”ın da manasını bilmiyorlarsa, “fırâk-ı dâlle”nin manasını bilmiyorlarsa, onların küfre ve dalâlete -ki her ikisi de dinde mel’un şeyler- delalet ettiğini bilmiyorlarsa, işgal ettikleri yerleri haksız işgal ediyorlar demektir.
  2. Bunun yanlış olduğunu bildikleri halde susuyorlarsa, birer “dilsiz şeytan” demektir onlar.
  3. Bu yalanları olduğu gibi kabul ediyorlarsa şayet… Mü’mine, “mürted” diyen, kâfir olur. Çünkü bir mümin diğerine kâfir dediğinde ikisinden biri kâfirdir; ya diyen kâfirdir veya denilen kâfirdir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte buyuruyor ki: “Herhangi bir kimse din kardeşine “kâfir” dediği zaman, ikisinden biri muhakkak kâfir demektir. Eğer hakikat onun dediği gibiyse, muhatabı kâfirdir; aksi takdirde, sözü kendi aleyhine döner, kendisi küfre düşmüş olur.”

Sizin hareketlerinizde, tavırlarınızda, davranışlarınızda, şöyle-böyle konuşup yazdığınız 50-60 eserinizde, dedikleri şeylere delalet edecek tek paragraflık bir şey varsa, siz hayâdan, izzetten, ismetten, iffetten mahrum kimselersiniz. Fakat öyle bir şey yoksa, bunu söyleyenler, hayâsız, edepsiz, iffetsiz, ondan daha aşağı “mahluk” insanlardır. Bir yönüyle Deccâl’e veya Süfyan’a uyan “Taylasanlı Horasanlılar”ın zirveleri bile söylese, o türlü sözler yine zırva, yine zırva, yine zırvadır.

  “Ne helva ne de selvâ, illâ rü’yet-i Mevlâ!..” deyip sadece Hak rızasını tahsil yolunda koşanlara “mürted” veya “ehl-i dalalet” demek korkunç bir denaettir.

Siz bu zirvelerdeki insanların zırvalarına kulak asmayın!.. “Mürted” kim, o belli: Dünyayı esas alan mürtedler.. dini, dünya için kullanan mürtedler.. hiçbir şey yokken, filolara sahip olan mürtedler.. evlatlarına hırsızlık öğreten mürtedler… Evet, yerini belleyememişler. Din ve diyanetini dünyaya duyurmaktan başka bir şey bilmeyen, bir şey tanımayan ve Allah’tan, Peygamber’den başka gözü bir şey görmeyen insanlara “mürted” diyorlar.

Ben öyle tanıdım arkadaşlarımı: Onlar, Cenneti, hurîyi, gılmanı bile, yaptıkları şeylerde hedef haline getirmekten “şirk”ten kaçınıyor gibi kaçındılar. Çünkü maksûdun bizzat, matlûbun bi’l-istihkak; “Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah!” hakikatiyle ifade edilen o yüce hakikattir, Allah’tır; ne selvâ, ne helva.. ne bal, ne börek, ne saray… (Râbia Adeviyye validemizin şu sözüne işaret ediliyor: “Ne helva ne de selvâ, illâ rü’yet-i Mevlâ!..” Ne kudret helvası isterim ne de bıldırcın eti; benim muradım yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın rü’yeti!..)

Sizin bu mevzuda en küçük görüneniniz, bunların onda birine tâbi olmadı; onları aklının köşesinden geçirmedi. Aklının köşesinden geçirdiyse şayet bir kıtmîr, hemen kıtmirliğini ortaya koyarak size sordu; “Acaba bu mesele ne ola?” falan dedi. Bu açıdan, kendini bilmez, densiz, bayağı o kimselerin sizlere “mürted” veya “firâk-ı dâlle” demeleri denaetin, şenaatin, fezâetin, hıyanetin, alçaklığın ve bir şey yapamama kompleksinin ifadesidir. Hayatlarında on tane insana, bizim millî değerlerimizi, tarihî mefâhirimizi, yüksek idealimizi ve din-i mübînin evrensel değerlerini anlatmaya muvaffak olamamışlardır. Aksine günümüzde olduğu gibi, o dinin dırahşan çehresini zift atarak kirletmişlerdir. Bir de yalanlarına yama yapan zift medyaları vardır ki; attıkları her yalanı imzalamaktadırlar.

Bu yalanları söyleyenlere Ziya Paşa ifadesiyle “yuf olsun!..” Duydukları halde seslerini çıkarmayanlara yuf olsun!.. Hâlâ bunları insan zannedip –değil Müslüman– arkalarından koşturanlara ve onların Müslümanlık adına bir şey vadediyor olduklarını sananlara yuf olsun!..

Dininden, millî mefkuresinden, Kitab’ından, Sünnet’inden, İcmâı’ndan, Kıyas’ından, an’anesinden, geleneğinden, örfünden, âdetinden onda bir bile fedakârlıkta bulunmayan.. ve bütün bu evrensel güzellikleri dünyaya tanıtmak için âdetâ seferberlik yapan, -günümüzün çağdaş münafıklarının hakiki mü’minlere karşı ilân-ı harp yapmaları gibi- hakkı-hakikati bütün insanlığa duyurma, güneşin doğup-battığı her yere ulaştırma adına seferberlik ilan etmiş bulunan insanlara iftira ediyorlar.

O fedakâr insanlar ki, dövene elsiz, sövene dilsiz, kıranlara da gönülsüz. Benim kırılmamı nazar-ı itibara almayın; kimse kırılmıyor. O densizlerin sözleri karşısında kimse eğilmiyor, kimse hicap duymuyor, kimse üzülmüyor, kimse müteessir olmuyor; herkes yoluna devam ediyor. Çünkü Hizmet gönüllüleri din-i Mübin-i İslam’ın değerlerini ve evrensel değerleri temsil ediyorlar; tarihimizden süzülüp gelen ve temel kıstaslarımız itibariyle regülasyona tâbi tutulan, böylece bize mal olarak değerlerimiz içinde yerini alan an’anelerimizi ve geleneklerimizi dünyaya taşıyorlar. Yüzümüzü kızartacak hiçbir şey yok bunların içinde. Binaenaleyh, bunları dünyaya duyurmak için dört bir yana seferberlik ilan etmiş insanlara karşı, yerinde “firak-ı dâlle”, yerinde “mürted!” diyen kimseler, Anadolu insanı değildirler.

  Dün alkışlayıp takdir ederken mübalağa yapıyor ve bir çeşit şirke giriyorlardı; bugün de yıllar sonra döneklik yapıp “terör örgütü” derken ayrı bir dalalet sergiliyorlar.

Din Şurası’nda konuşuyor. Ona “şûrâ” yerine, bence “şirretlik toplantısı” denmeliydi. Din adına şirretlik topluluğunda bir siyasetçi konuşuyor. “Siyaset” idare etmek demektir; esasen idareden âciz, zavallı, kem talih, bahtsız, kabrini kirletmiş, berzahını kirletmiş bir talihsiz… Hizmet Hareketi’ni, İslam Dünyası’nın en çirkin, en tehlikeli irtidat hareketi olarak gösteriyor!

Otuz seneden beri takdir ediyorlardı; Türkçe Olimpiyatları’nda, Pensilvanya’ya da selam gönderip “Milletimiz ona karşı medyuniyet duyuyor. Milletimizin adını, nâmını, nişânını dünyanın dört bir yanına duyurdu!..” derken mübalağa yapıyorlardı. O zaman farklı bir şirkle, âlî bir heyetin hizmetine ve himmetine Allah’ın lütfu şeklinde tecelli eden şeyleri bir şahsa mal ediyor ve “müşrik” oluyorlardı. Evet, alkışlarken öyle müşrik oluyorlardı. Sonra, otuz sene sonra, birden bire döneklik yapıyorlar; âlemin takdir ettiği, cihanın bağrını açtığı ve alkışla karşıladığı hizmetleri yok etmeye çalışıyorlar. Aleyhinde uğraştıkları bu dönemde bile on beş tane yeni okul açma imkânı veriliyor. Otuz senedir dünya insanı sanki aklını peynirle yemiş?!. Nasıl bir ortak payda ve insanlık adına nasıl bir şey ise, bir sürü farklı farklı kültürden o kadar insan, bunların hepsi ayrı ayrı düşündükleri halde, “Aman, olsun bu!” diyorlar, “Aman olsun!..” Fakat şimdi Türkiye’de bunu karalamak için şûralar tertip ediliyor. Allah adına, Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enam adına, din adına, iman adına çok önemli bir mesajı, hem de Efendimiz’in “Götürün!” deyip emanet ettiği bir mesajı duyurma hareketine “terör örgütü” demek için toplantılar düzenleniyor.

Evet, “Benim nâmım, güneşin doğup battığı her yere gidecektir!” buyuruyor Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem). Hadislerde, “Hiç şüphe yok ki, bu din gece ve gündüzün yaşandığı her yere ulaşacaktır; Allah (celle celaluhu) yeryüzünde kerpiç, tuğla benzeri bir malzemeyle yapılmış her eve ve deve tüyü, keçi kılı, koyun yünü cinsinden örülmüş her çadıra bu dini girdirecektir.” deniyor. Ne var ki, bunlar, onun binde birine götüremediler onu. Binde dokuz yüz doksan dokuzuna götüren insanlara “mürted” deme meselesi, öyle korkunç bir irtidat mülahazasıdır ki -hafizanallah- eşi-benzeri olamaz.

Maalesef, birileri yukarıdan bazı şeyleri dikte edince, akıllarını ceplerine koymuş halayıklar da aynı şeyleri seslendiriyorlar. Kur’an-ı Kerim, Firavun ve kavmini bu hususa misal sadedinde anlatır. فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَأَطَاعُوهُ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَO halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum idi.” (Zuhruf, 43/54) Firavun, kavmini hafife aldı; kast sistemine göre, “Sizler, âdî mahlûklarsınız!” dedi. Arz etmiştim bir kere: Firavun, “Sokağın birisinde koyun olun, meleyin! Birisinde inek olun, böğürün! Birisinde at olun, kişneyin! Birisinde merkûp olun, anırın!” diye emrediyor. Hemen dediği her şeyi yapıyorlar. Şeytan geldiğinde, o manzara karşısında hayrete varıyor; “Yahu Amnofis, nedir bu hal böyle?” diyor. O şöyle cevap veriyor: “İdare ettiğim, arkamdan sürüklediğim varlıklar bunlar. Dediğim her şeyi rahatlıkla yaptırtıyorum. Cebrail hakkında bile çirkin bir lafta bulunduğum zaman, hemen söylerler bunlar. Ama senelerden beri uğraşıyorum, Harun ile Musa’ya sözümü dinlettiremedim!” Harun ve Musa hazretlerinin yolunda mı olmak istersiniz, yoksa bir kısım ferâinenin, Haccac’ların, Yezid’lerin, Rommel’lerin, Stalin’lerin, Lenin’lerin yolunda mı olmak istersiniz?!.

  Mutlak biat etmeyenlere “Yâ bizdensiniz ya da mürtedsiniz, firak-ı dâlledensiniz, hâinsiniz, terör örgütüsünüz, paralelsiniz!” deyip duruyorlar.

Onca hakarete maruz kaldığınız halde, hâlâ durduğunuz yerde sabitkadem durmanız gösteriyor ki, onların size yol değiştirtmeleri mümkün değil. Çünkü öyle bir şehrah bulmuşsunuz ki, tâ bidayetinde ifade edildiği gibi, elli tane şeridi kendi hesabınıza kullanıyorsunuz. Ve diğer meşreplere karşı saygılısınız tepeden tırnağa. Kendi meslek, yol ve yönteminize, kendi dininize ve dinî değerlerinize dair mülahazalarınız burnunuzun kemiklerini sızlatacak mahiyette. Aynı zamanda, kendi değerlerinize delice bağlı olmanız, başkalarına karşı saygısızlığı gerektirmiyor. Siz, onlara karşı da derin bir saygı içindesiniz. Böylece yürüdüğünüz güzergâh emniyetini sağlama almış oluyor ve bir şerit yerine elli tane şeridi kullanıyorsunuz.

Kendi yollarını daraltanlar ise, önlerinde mutlak bağlılık sergilemeyenlere “Yâ bizdensiniz ya da mürtedsiniz, firak-ı dâlledensiniz, hâinsiniz, terör örgütüsünüz, paralelsiniz!” deyip duruyorlar. Oysa bu safsatalar, sadece şeytanın ilhamıyla veya vesvesesiyle söylenecek sözlerdir. Ayet-i kerimede buyurulduğu üzere, وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا “İşte, (tekvinî kanunlarımız çerçevesinde) her peygamberin karşısında insan ve cin şeytanlarından oluşan bir düşman şebeke var etmişizdir: Birbirlerine tamamen aldanıştan ibaret yaldızlı sözler fısıldayıp telkinde bulunurlar.”(En’am, 6/112) Kur’an-ı Kerim ferman ediyor: İnsî ve cinnî şeytanlar, teşvik maksadıyla, birbirlerine birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler.

İşte bir ahmağın mü’minlere “mürted” demesi de bu türdendir. Oradaki diğer ahmaklar da, bilmiyorum, eğer “hayır” demedilerse, âhiretlerini mahvettiler ve hepsi, o gayyaya yuvarlandılar. Tasvip etmedikleri halde sessiz kaldılarsa, dilsiz şeytan kesildiler. Yok, protesto ederek kalkıp gittilerse, insanca davrandılar, insanlıklarını korudular; Allah (celle celâluhu) ile münasebetlerine karşı saygılı olmaya çalıştılar, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı saygılı olmaya çalıştılar.

Bu Hizmet, bu Hareket bilerek -Allah’ın izni ve inayetiyle- dalaletin onda birini irtikâp etmemiştir; kat’iyyen ve kâtibeten “irtidat”ın onda birine tenezzül etmemiştir. Biraz evvel bahsettiğim mülahazalara bağlayın: “Acaba, Cennet dendiği zaman gönlümü huriye, gılmana, çaya, ırmağa bağlarsam, Zât-ı Uluhiyet’e bağlı Tevhid mülahazamda hata etmiş olur muyum?” mülahazası içinde yaşayan insanlara, bu türlü bir isnatta bulunma, onu söyleyeni çoktan insanlıktan çıkarmış olur. Şeklen, sûreten insan…

  “Size tavsiyem, mukabele-i bi’l-misil hakkınızı kullanmayın; her şeye rağmen sabredin ve sadece tekfirden değil kötü sözün en küçüğünden uzak durmaya çalışın!..”

Her şeye rağmen, siz sabretmelisiniz. Çünkü Cenâb-ı Hak, buyuruyor ki: وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Size yapılan bir haksızlık ve kötü muameleye mukabele edecek olursanız, size yapılanın aynısıyla mukabelede bulunun. Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126)

Mukâbele-i bi’l-misil” sizin hakkınız olsa bile, sabır daha hayırlıdır. En azından sözle -bağışlayın- “it” diyene “it” deseniz, “terörist” diyene “terörist” deseniz, “paralel” diyene “paralel” deseniz; bu, hakkınız olabilir. Fakat Kur’an’ın ifadesiyle, “Size tavsiyem, bu hakkınızı da kullanmayın!.وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَDişinizi sıkar, katlanırsanız, kuşkusuz bu daha hayırlıdır.

Sabır, aynı zamanda, çölde zehir-zemberek bir otun adıdır; kelime de ondan alınmıştır. O zehir-zemberek şeyi yudumlayın. Mebde itibariyle zehir-zemberek bir şey, müntehâ itibariyle de şeker-şerbet bir şey varsa, o da sabırdır! Katlanın onlara; sonra bekleyin Cenâb-ı Hakk’ın hakiki mü’minlere vâdettiği şeyleri!.. O (celle celâluhu), hiçbir devirde hakiki mü’minleri, yüce mefkûrelerini bayrak gibi dört bir yanda dalgalandırmaya kendisini adamış insanları yolda bırakmamış; zâlimlere, kâfirlere, fâsıklara, hâinlere ezdirmemiştir. Muvakkat bir imtihan, arınmaları içindir; Enbiyâ-ı izâm onu çekmişse, o, onlar için de gereklidir.

  Ezher Üniversitesi’nde “Sonsuz Nur”u Ders Kitabı Olarak Okutan Âlimin Hizmet Hakkındaki Çarpıtmalara Dair Verdiği Bir Misal

Fethi Hicâzî, büyük Arap âlimi, birilerinin hakkında tenkitler hazırladığı “en-Nuru’l-Hâlid”i (Sonsuz Nur kitabını) Ezher Üniversitesi’nde ders olarak takrir ediyormuş. Geçen gün, onu eline alarak veya onların çıkardıkları şeyleri eline alarak, bir kısım densiz insanların uydurma ortaya attıkları, sizin hakkınızda söylenen nâ-sezâ, nâ-becâ şeylere cevap veriyor. Bir yabancı.. bilen, kitap okuyan birisi.. kitâbî, kitaptan haberi olan birisi.. okuduğu şeyleri sırtında “şey” gibi taşımış değil; okumuş, okuduğunu anlamış ve “Elimden bırakmıyorum!” demiş.

Orada hoş bir misal verdi: Dedi ki: Böyle cümleleri sağından-solundan keser, biçer, yarısını söyler, yarısını söylemezseniz şayet, kendiniz komik duruma düşersiniz. Mesela, Kur’an-ı Kerim’de buyuruluyor: فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَYuf olsun, veyl olsun o namaz kılanlara!..” (Mâûn, 107/4) Şimdi meseleyi burada bıraktığınız zaman, “Namaz kılanlara veyl olsun!” Ama arkasını kesiyorsunuz. Devamında الَّذِينَ هُمْ عَنْ صَلاَتِهِمْ سَاهُونَ الَّذِينَ هُمْ يُرَاءُونَ  “Namazlarını, namaz gibi kılmıyorlar; sehv ile, gafletle, uyuyarak, aradan çıkarma nev’inden, âlem görsün diye… İşte yuf olsun bunlara, veyl olsun bunlara; Cehennemin en derin deresi mekan olsun bunlara!..” (Mâûn, 107/5-6) deniyor.

Bir sözü, bir cümleyi başından sonundan bir parça kopardığınızda aynı şey olur. Türk toplumunda yaygınca benzer bir vakıa vardır; bir hadise, bütün âlemin vird-i zebanıdır: Bir laubaliye demişler ki, “Niye namaz kılmıyorsun?!.” Cevap vermiş: “Ee niye kılayım ki?!. Cenâb-ı Hak, Kur’an’da buyuruyor ki: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ “Ey iman edenler, zinhar, namaza yaklaşmayın!..” (Nisâ, 4/43) (Efendim, bir de “len” ile deseydi, لَنْ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ “Asla, zinhar, ebediyyü’l-ebed namaza yaklaşmayın!”) “Ee onun gerisi de var!” diyorlar: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ وَأَنْتُمْ سُكَارَى حَتَّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلاَ جُنُبًا إِلاَّ عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّى تَغْتَسِلُوا “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye, cünüp iken de -yoldan geçmeniz dışında- gusledinceye kadar mescide yaklaşmayın.” (Nisâ, 4/43) Aklınız başınızda değilse, sarhoş iseniz, kendinizi uyuşturmuş iseniz, namaza öyle yaklaşmayın! Namaz, Allah’a karşı şuurun remzi bir ibadettir. Namazlaşarak yapıldığı zaman ibadet olur. “El-pençe divan durma”nın bir manası vardır; “rükû”nun bir manası vardır; “kavme”nin bir manası vardır; “secde”ye kapanmanın bir manası, “ka’de”nin bir manası, “teşehhüd”ün bir manası vardır.. ve “teşehhüd”le âdetâ bir insan, namazını, miracın noktalanması gibi noktalar. “Namaz, mü’minin miracıdır, nurudur / Sefine-i dini, namaz yürütür.” İşte böyle… “Namazı öyle bil ki, o, mü’minin miracıdır!” diyor İmam Rabbânî Hazretleri. Ama لاَ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ deyince, “Ee gerisi yok mu bunun?!” diyorlar, وَأَنْتُمْ سُكَارَى ve devamını hatırlatıyorlar; o zaman laubali adam, “Hafız değilim!” diyor.

  Sağından Solundan Kesilen Cümleler ve Algı Operasyonları

Bir kısım cerâid-i zift de meseleleri ele alırken aynı şekilde davranıyorlar. Tabii baştakiler de öyle istediklerinden dolayı rahat hareket ediyorlar. Dünkü misalde geçtiği gibi, “yamacılar” öyle yapınca, dolayısıyla yalancılar da cesaret aldıkça alıyor; attıkça atıyor, tuttukça tutuyorlar. Fakat hiç birinin ne tutulur yanı var, ne değerlendirilir yanı var.

Size bir de Kıtmir’in başından geçmiş bir vakıayı anlatayım. Siz o zaman medyayı takip ediyorduysanız şayet, muttali olmuşsunuzdur. Bundan yirmi sene evveldi. Türkiye’de hangi parti olursa olsun, uluorta “Falan mü’mindir, falan kâfirdir!” demeye kimsenin hakkı yok. Fakat belli bir zümreye o gün bazılarınca öyle deniyordu; belki hâlâ bugün “siyasî İslamiyet” diyenler, onlara öyle bakıyor; miting konuşmalarında da öyle diyorlar. Oysaki içlerinde dünya kadar dine, imana inanan insan da vardır. İşte bu mülahazaları nazar-ı itibara alarak, Fakir, meseleyi ifade ederken -hususi bir sohbetti, belki bu kadar insan vardı- dedim ki: “Arkadaş! çok dikkat edin!..Halk Parti kâfirdir!’ diyemezsiniz, diyemezsiniz, diyemezsiniz!..” Efendim, “diyemezsiniz!” kelimelerini silince ne kalıyor geriye “Halk Parti kâfirdir!” O zaman malum bir medya bu meseleyi serlevha olarak manşet yaptılar gazetelerinde.

Her zaman olmuştur, başıma gelmiş bir şey.. o zatların başına gelmiş bir şey.. o zatın dediği gibi bir şey… Ve bugün de kendilerini İlahiyatçı gören bir kısım insanlar, meseleleri siyakından-sibakından kopararak, müstetbeâtü’t-terâkibi görmezlikten gelerek, umum mevzua mahrutî bir bakışla bakmadan, sadece bir kelimeyi alıp onunla bir kesimi, bir çevreyi karalıyorlar. Dininden başka bir şey düşünmeyen, dine hizmete, mefkûresine hizmete, Anadolu insanı olma mefkûresine hizmete kendini adamış ruhlara iftira ediyorlar.

Antrparantez; yaptığı hizmetleri belli çıkarlara bağlayan insanlar, kat’iyyen samimi değildirler. Yaptıkları hizmetlerle villalar, yalılar, filolar elde ediyorlarsa… Bir dönemde bir meşhurun, ma’lumun, marufun, kutsalın (!) mırıldandığı gibi: “Hırsızlık, babadan oğula intikal eder!..” Ee birileri villalar, yalılar peşinden koşarsa, sulbünden gelen kimseler de onun genlerini taşıdıklarından dolayı, filolar edinirler haliyle; belki uluslararası filolar edinmeyi düşünürler. Çok doğru söylemiş, “sadaka!..” Babadan oğula hırsızlık, haramilik, eşkıyalık, irtişa, irtikâp, ihtilas intikal eder; o haramî ise şayet, öbürleri de kırk haramîler olur; çevresi, mâbeyn-i hümayunu, mele’si, bir yönüyle, kırk haramîler olur.

Evet… Böyle sağından-solundan kesmek suretiyle, meseleleri farklı şekilde kompoze etme, zannediyorum, çok yakın bir gelecekte, bu işi yapanları, aklı başında insanlar nazarında gülünç duruma düşürecektir. Çoklarının önüne kameralar konacak ve onlara mikrofonlar uzatılacak; hissiyatları mülahazaları alınacak. Bilmiyorum, bugün bu türlü komploları hazırlayan ve bazı kimseleri itibarsızlaştırmak için ellerinden gelen her türlü yalanı söyleyen Makyavelistler, haya hislerini yitirmemişlerse, o zaman ne yapacaklar?! Ama hayâ hissini yitirmişlerse, “Ee ne yapalım, dünya bunun böyle olmasını istiyordu!” falan diyecekler. Zannediyorum, çoğu da böyle diyecektir.

  Ali Bulaç Bey’in Tercihi ve “Her yanı canavar sarmış, bu ne müthiş bir hâl!..”

Ali Bulaç’a Cenâb-ı Hak uzun ömür, âfiyet-i dâime ihsan eylesin. Bir ilim adamıdır, iyi bir sosyologdur, Arapçayı anadili gibi bildiğinden dolayı tefsir mahiyetinde bir de meal yazmıştır. Öteden beri yazdığı yazıların hepsinde iffet âbidesi; yazdıklarına iffet adına kompoze edilmiş şeyler nazarıyla bakabilirsiniz. Seve seve okuyacağınız yazılar yazmış. Bu dönemde içeriye (hapishaneye) girmiş. Kırk haramîlerden birileri, SS’lerden bir tanesi gitmiş ona demiş ki, “Yahu ne diye buraya geldin girdin? Sen de o göbekli adam gibi deseydin, bunlara sövseydin ve falancanın yanında yerini alsaydın, hiç buraya girmeyecektin. Bak, adam ne güzel, gül gibi; -efendim- oradan alıyordu 1000, buradan alıyor 10 bin; böyle, gül gibi yaşıyor işte!..

Doğru, dünyaya tapanlar için, ahirete inanmayanlar için, “Allah!” dedikleri zaman bile içlerini yansıtmayan sözlerle yalan söyleyenler için… Hani bir Türk atasözü vardır: “Bir ‘Allah’ dediğine inan!” Bunların öyle dediğine de inanmayın “Alla!” diyorlardır onlar. İnanmayın kat’iyyen. “Namaz!” dedikleri zaman, başka bir şey kastediyorlardır. Çünkü genleri -bir yönüyle- yalana, iftiraya, tezvire, hıyanete kilitlenmiş gibi insanlar bunlar. O (Ali Bulaç) babayiğitlik yapmış, orada medrese-i Yusufiye’yi tercih etmiş; diğeri ahiretini karartmış, dünya adına halayıklığı, kapıkulu olmayı tercih etmiş.

Evet, Cenâb-ı Hak, sizi korudu; arkadaşlarınızı korudu. Bir imtihan verdiniz; çürükler döküldüler. Var ya cevizin, fındığın çürüğü; çürükler döküldüler. “İtiraf” mahiyetinde iftiralarda bulundular; işin içinden sıyrılmak, şirin görünmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.

“Her yanı canavar sarmış, bu ne müthiş bir hâl / Sana kalsa, yaşamak, muhallerden de muhal!

Kim bilir, belki gelir sürprizden bir inâyet / Zevâl bulur bir bir her türlü menfî, ihtimal!..”

Ben demedim, makine söyledi. İşte böyle; canavarlar orada zavallı bir kuzunun etrafını sarmışlar. Öyle kuzu kuzu davranan insanlar ki, arı ölmüş, ağlamışlar; karıncaya basmamak için dikkatli yürümüşler; sağlarına-sollarına bakmamışlar. Hapishanede iken bir fare orada can çekişiyor gibi olmuş, onu hemen bir kesenin içine koymuşlar medrese-i Yusufiyedekiler; oradaki SS’lere götürmüşler; demişler ki “Bu fare ölecek; dışarı koyarsanız, kendi tabiatına uygun bir zemini bulunca belki hareket eder!” Fareye karşı bu kadar şefkatli davranan insanlara, “terör örgütü” demek ve elli türlü yalan ile, tezvir ile, iftira ile, isnad ile bir kısım zift cerâidini de bu istikamette kullanmak büyük bir iftira ve zulümdür. “Terör örgütü” bühtanı dünyada tutmayacak, elli defa atsalar iz bırakmayacak öyle kuyruklu bir yalan ki, azıcık inançları var idiyse, ahiretlerini yıktılar.

Ve dünyanın da onlara kalacağına ihtimal vermiyorum. Yarın başka biri gelir onların yerine, o da onlara aynısını yapar. اَلظَّالِمُ سَيْفُ اللهِ، يَنْتَقِمُ بِهِ اللهُ، ثُمَّ يُنْتَقَمُ مِنْهُ Zâlim, Allah’ın kılıcıdır!.. O kılıç, bugün sizin başınızda kavisler çiziyor; yarın bir başkasının elinde onların tepelerinde kavisler çizer. Dolayısıyla kararttıkları âhiretin yanında, imanın yanında, İslam’ın yanında, ihsanın yanında, ihlasın yanında, aşk u iştiyakın yanında, dünyalarını da karartmış olurlar. “Allah, imhâl eder, ihmâl etmez”; mehil üstüne mehil verir tâ âhirette mazeret beyan etmesinler! Hiçbir münafık, ilelebet pâyidar olmamıştır. Vesselam…