Bamteli: İÇERİDEKİ MAZLUMLAR VE CEBRÎ MUHÂCİRLER

Bamteli: İÇERİDEKİ MAZLUMLAR VE CEBRÎ MUHÂCİRLER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Elimden gelseydi, her birinizin gönlüne ızdırap ekerdim; ilim, irfan, araştırma zevki, çağın dilini kavrama, fen ve tekniğe açılma gibi hususların yanı başında sinelerde ızdırap olmasını da isterdim.

Çok defa düşünüp dediğim gibi; elimden gelse, ümmet-i Muhammed’in derdi, hususiyle de muzdariplerin, mutazarrırların (zarara uğramış ve zarar görmüşlerin), münkesiratü’l-kulûb (kalbi kırılmış) olanların elemi adına herkesin sinesine avuç avuç ızdırap atardım. Ta ki hepsi, kardeşleri için ızdırap duygusuyla kıvranıp dursunlar; her kıvranışlarında da يَا صَاحِبَ الْغُرَبَاءِ، يَا صَاحِبَ الْمَظْلُومِينَ وَالْمَغْدُورِينَ، يَا صَاحِبَنَا، يَا مَالِكَنَا، يَا حَفِيظَنَا “Ey Gariplerin Sahibi, Mazlumların ve mağdurların Sahibi, ey bizim de Sahib’imiz, ey Mâlik’imiz, ey koruyup kollayan olarak sadece Kendisine sığındığımız Hafîz’imiz!..” deyip inlesinler.

Evet, çözülmez gibi görünen problemleri, Cenâb-ı Hakk’a bu ölçüde yaklaşma çözer; kapısının tokmağına bu duygular ile dokunma çözer. O kapılar, insanın sinesi o heyecan ile atıyorsa, kale kapıları gibi açılır, ardına kadar. Bütün mağmumların, mahzunların, mükedderlerin yüzlerindeki ekşilik zâil olur, kederler gider; etrafa tebessüm yağdırmaya dururlar, Allah’ın izniyle. İnancım, tam!..

Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Bi-zahri’l-gayb dua, makbuldür.” buyuruyor. Türkçemizdeki ifadesiyle, dua edilen kişinin gıyabında ve yokluğunda demek olan بِظَهْرِ الْغَيْبِ (bi-zahri’l-gayb) tabirini Hazret-i Pîr de kullanır. Mü’minin mü’mine gıyabında, arkasından, onun haberi olmadan yaptığı dua kabul olur, hüsn-ü kabul görür. Bir, bu mesele… Bir de çok iyi bildiğiniz Süfyân İbn Uyeyne’nin dile getirdiği o ifade içinde: “Bazen, bir muzdaribin inlemesi ile, Allah, bütün bir ümmeti bağışlar!”

Evet, “Dua, Cenâb-ı Hakk’a sebepler üstü teveccühün unvanıdır.” Dua ile başladık mı?!. İçinize ızdırap saçmak, başkaları için inlemenizi sağlamak isterdim elimden gelse!.. Benim elimden gelmez ama Birinin (Allah’ın) muradı olunca, olur bu. Olur da yatarken bile sağdan sola, soldan sağa dönersiniz insanların ızdırabıyla.

Şimdi, yirmi bin tane, otuz bin tane, kırk bin tane, elli bin tane insan… Bunlar, yurt içinde zindanlarda.. eşler, eşsiz; annesiz-babasız.. babalar ve anneler, evlatsız… Onun birkaç katı, yurt dışında; onlar da cüdâ düşmüş kendi yurtlarından, anne-babalarından, evlâd ü ıyâllerinden… Her ne kadar, رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ “Rabbimiz, Sana güvenip dayandık, bütün varlığımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4) deseler, Allah’a “tevekkül” ve “teslimiyet”te, hatta “tefviz” ve “sika”da bulunsalar bile, insan olarak yine yürekleri yanar, yine de sarsıntı yaşarlar, yine de burunlarının kemiği sızlar.

İşte bu duyguları onlarla paylaşmak… Sanki onlarla beraber, o parmaklıkların arkasında kalıyormuş gibi ızdıraplarını duymak… Bazen namaz kılma imkânı bile vermiyorlar; abdest alma imkânı bile vermiyorlar. Bazen, en onurlu insanları, zirve yapmış insanları hırpalıyorlar orada; hoyratça dövüyorlar. Mesela, son içeriye aldıkları bir insan -oradaki avukatın gönderdiği habere göre- dışarıya çıktığında, yüzünde üst üste çizikler, yaralar-bereler oluşmuş; “İlle de dediğimizi diyeceksin; yazdığımız kâğıda imza atacaksın; hiç olmamış şeylere biz nasıl ‘Oldu!’ nazarıyla bakıyorsak, sen de onları ‘Oldu!’ şeklinde ifade edeceksin!” diye işkence görmüş.

   Mazlum ve mağdurların ızdıraplarını paylaşıp onların elemiyle inlemek öyle keskin bir duadır ki, el-Kulûbu’d-Dariâ’yı bütünüyle okusanız o ölçüde keskin olmaz.

Bu durumda olan insanları nazar-ı itibara alarak, insanın içine kan damlaması.. kalbinin ritminin ona göre atmaya başlaması.. insanın, kendini tepeden tırnağa bir heyecan yumağı içinde veya âdetâ bir iğneli fıçı içinde hissetmesi… Bu öyle keskin bir duadır ki, “el-Kulûbu’d-Dâria”yı baştan aşağıya okusanız, “Mecmuatü’l-Ahzâb”ı baştan aşağıya okusanız, bu dua ölçüsünde keskin olamaz.

Onların ızdırabını paylaşma… Onlar ile beraber o eza ve cefayı yaşıyor gibi olma… Bu arada, kimseye de kızmama!.. Canınız sıkılabilir; fakat zâlim, zalimliğini yapıyor; fâsık, fâsıklığını yapıyor; münafık, münafıklığını yapıyor.

Hiç duydunuz mu, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in, çok iyi bilinen, Ebu Cehil kadar zararlı Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl’e beddua ettiğini?!. Ben duymadım. İlahiyatçılar var!.. Değil beddua etmek, Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl’ün oğlu gelip, “Gel yâ Rasûlallah, babamın cenaze namazını kıldır!” dediğinde, Efendimiz bir de sırtındaki hırkayı veriyor; “Buna sarsınlar!” diyor. Bir dönemde O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) vermiş, iade ediyor; mezara giderken, yine kendine ait şeye, kefen gibi sarılsın, öyle gitsin, diye. Ama o namaza yürürken, Allah (celle celâluhu), وَلاَ تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أَبَدًا “Onlardan (münafıklardan) ölen hiçbir kimse için sakın cenaze namazı kılma!..” (Tevbe, 9/84) buyuruyor. Ebedî ölüm ile ölmüş, ebediyetini yitirmiş, ebediyet onun için yok olmuş… Yaşadığı sadece şu kapkaranlık dünya… Ve öbür tarafta o karanlığın müzâafı bir dünya… Oraya gidiyor. Onun namazını kılma. وَلاَ تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أَبَدًا وَلاَ تَقُمْ عَلَى قَبْرِهِ “Onlardan (münafıklardan) ölen hiçbir kimse için sakın cenaze namazı kılma ve hakkında dua etmek maksadıyla asla kabri başında da durma!..” (Tevbe, 9/84) Kabri üzerinde de ayakta durma, kıyamda bulunma!..

Hani dururlar ya orada, Türk törelerinde var; (telkin olarak) şöyle derler: اُذْكُرِ الْعَهْدَ الَّذى خَرَجْتَ عَلَيْهِ مِنَ الدُّنْيا شَهَادَةَ اَنْ لا اِلَهَ اِلاَّ اللّهُ وَحْدَهُ لاَ شَريكَ لَهُ وَاَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ وَاَنَّ السَّاعَةَ اتِيَةٌ لاَ رَيْبَ فيهَا وَاَنَّ اللّهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبُورِ قُلْ رَضيتُ بِاللّهِ رَبًّا وَبِاْلاِسْلامِ دينًا وَبِمُحَمَّدٍ صَلَّى اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نَبِيًّا وَبِالْقُرْانِ اِمَامًا وَبِالْكَعْبَةِ قِبْلَةً وَبِالْمُسْلِمينَ اِخْوَانًا رَبِّىَ اللّهُ لا اِلهَ اِلاَّ هُوَ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظيمِ “Ey falan oğlu falan!.. Dünya hayatından ayrılırken üzerinde bulunduğun şu ahdi/sözü hatırla: Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur; yalnız O vardır; O’nun ortağı yoktur; Hazreti Muhammed O’nun kuludur ve O’nun Peygamberidir. Kıyamet gelecektir, onda şüphe yoktur. Allah, kabirlerde olan kimseleri diriltecektir. Bu ahdini hatırla ve de ki: Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den, kıble olarak Kâbe’den, imam olarak Kur’ân’dan ve kardeş olarak Müslümanlardan razı oldum. Rabbim, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır; O, büyük Arş’ın Rabbidir.”

Bizim geleneğimizde var, Türk milletinin geleneğinde var. Kitap’ta, Sünnet’te öyle bir şey yok ama olsun, fena bir şey değil. Öbür tarafta olup-biten şeylere inanmanın, Hazreti Münker ve Nekir’e inanmanın, onların gelip orada vefat eden insana, مَنْ رَبُّكَ؟ وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ وَمَا دِينُكَ؟ “Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin nedir?” diye sualler tevcih etmesine inanmanın ifadesi olarak, mezarın başında onu hatırlatması, en azından geride kalanlara -mezarın başında onun dediği şeyleri duyanlara- bir ders-i ibrettir. Bir göz açma ameliyesidir, “Gideceğiniz yer burasıdır! Münker-Nekir gelecek; bütün sergüzeşt-i hayatınızın hesabını soracak sizden: ‘Şu işte ne halt karıştırdınız? Şu işte ne halt karıştırdınız?’ diyecek.” tembihidir. “Hele bir لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ de; bu, bütün kilitli kapıları açacak bir anahtardır. İhtimal ki buna binaen Cenâb-ı Hak, seni de bağışlar.” hüsnüzannının, recâ duygusunun ifadesidir.

Evet, asıl mesele, sinelere ızdırabın tohum gibi ekilmesi.. sonra o ızdırabın başağa yürüyor gibi katlanarak büyümesi.. bir fide gibi dal-budak salması, ser çekmesi.. ve insanın, hayatını tamamen o inkisar, o teessür içinde sürdürmesi… Aklına zindanlar geldikçe, kardeşlerinin, dostlarının, taraftarlarının, sempatizanlarının orada inlediklerini duyuyor gibi olması… Onlar, orada o meseleye razı olmuş, çok ciddi bir teslimiyet, tefviz ve sika duygusu içindedirler; fakat bu meselenin ayrı bir yanıdır.

Cenâb-ı Hak, gözlerimizi O’na açsın!.. Gözler O’na açılınca, görülmedik şey kalmaz; doğrular, doğru olarak doğruluk zeminine oturur; yalanlar da kuyruklarını kısar, çekilir, inlerine girerler. Günümüzde en rayiç olan şeyler (yalanlar) -yarasalar gibi- ışık etrafı sarınca gider, karanlıklarda tünerler.

   Ah, insanlar cebrî de olsa hicretle kendilerine ne güzellikler hazırlandığını ve onun ahiretteki mükafatını bir bilselerdi!..

Cenâb-ı Hak, şöyle buyurmaktadır: وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي اللهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ “(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştirir, onlara güzellikler hazırlarız. Âhiret’te verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. Ah, (insanlar) bunu bir bilselerdi!..” (Nahl, 16/41) Benim dar anlayışıma göre meal-i münîfi şu: “Onlar ki..” diyor, ism-i mevsûl. Evet, “O belli şahıslar..” هَاجَرُوا Bu da fiil olduğundan, teceddüde delalet eder: Hiç tereddüt etmeden hicretlerini hicret ile derinleştirdiler; hicret üzerine hicret ettiler, habire hicret, habire hicret!.. Hicret üstüne hicret ettiler ama esas فِي اللهِ “Allah için” yaptılar. O mevzuda “fî” (“harf-i cerr”i), zarf için görünüyor. Fakat Allah için yapmada meseleyi öyle derinleştirdiler ki, بِاللهِ، للهِ، إِلَى اللهِ “Billâh, lillâh, ilallâh” değil de فِي اللهِ “fillâhi” deniyor; yani, derinlemesine, o hicrete kendilerini saldılar; “Ne güzel şey bu hicret! Allah için hicret yapıyoruz!” dediler. Evet, dilin hususiyeti açısından, her şeyin, seçilen harf-i cerrin ifade ettiği bir mana vardır; Kıtmîr’in mülahazalarına göre.

Hicret ettiler, مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا “Çeşit çeşit zulümlere maruz kaldıktan sonra…” Mazlumlar, onlar. Birileri zulmetmiş onlara; fakat zalimleri söylemiyor burada. Evet, burada işârî olarak şöyle bir mana da çıkarabilir insan: “Zalimleri hep yâd edip durmakla zihninizi kirletmeyin; onların isimlerini yâd etmek suretiyle nöronlarınızı kirletmeye değmez. Sonra onları yıkamakta zorluk çekersiniz.” Onun için burada zulmedenleri söylemiyor. Mesela, مِنْ بَعْدِ مَا ظَلَمَ السِّيَاسِيُّونَ، وَالْفَاسِقُونَ، وَالْجَبَّارُونَ، وَالْخَطَّارُونَ، وَالْخَائِنُونَ، وَالْمُفْسِدُونَ “Siyasîler, fâsıklar, zorbalar, hileci düzenbazlar, hainler, fesada kilitlenmiş kimseler zulmettikten sonra…” demiyor. İfade, meçhul fiil ile serdediliyor; dolayısıyla oradaki fâil sarîhen zikredilmiyor. Bu itibarla, siz de o kirli insanları yâd etmek suretiyle, zihninizi kirletmeyin, düşüncelerinizi dağıtmayın!.. Bâtılın -fazla- tasviri, sâfî zihinleri idlâl eder; doğruda konsantrasyonunuza engel olur; “Ona şunu mu desem, bunu mu desem?” sevdasına tutulursunuz. Oysaki zaten siz, sevdalısınız, bir şeye gönlünüzü kaptırmışsınız; öyle bir Güzel’e gönül kaptırmışsınız ki, sizi, O’ndan koparacak şeyler, kendinize karşı saygısızlık olur; O’na karşı da saygısızlık olur.

Evet, مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا Sonra, burada, “lâm-ı te’kid” ile bir şey diyor: لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً “Kasem olsun!” diyor Allah. Allah “Yemin olsun!” buyuruyor; yani, “Vallahi, billahi, tallahi!” der gibi. لَنُبَوِّئَنَّهُمْ “Kasem olsun…” لَنُبَوِّئَنَّهُمْ “Onlara hazırlayacağım Ben!..” فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً “Dünyada güzellik…” Bugün olmazsa, yarın!.. Burada istikbale de havale etmiyor; لَنُبَوِّئَنَّهُمْ “hazırlarız/yerleştiririz” buyuruyor da سَنُبَوِّئَنَّهُمْ “ileride hazırlayacağım/yerleştireceğim” demiyor; سَوْفَ نُبَوِّئَنَّهُمْ şeklinde uzak geleceğe de işaret etmiyor. لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً buyuruyor: “Dünyada, inşaallah, çok yakın bir zamanda hazırlayacağım!..”

“Hasene”deki tenvîn, “tenvîn-i tenkîr”dir; “çok sürpriz şekilde” manasına gelir. Bir hadis-i şerifin ifadesiyle, مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Göz görmemiş, kulak işitmemiş ve beşer tasavvurlarını aşkın, Şânına yakışır bir iltifat-ı Sübhâniye şeklinde…” Hiçbirinizin tasavvur edemeyeceği şekilde, birden bire bir sürpriz ile karşılaşacaksınız ki, başınız dönecek!.. Şimdiye kadar yapılan o mezâlimi, o denaetleri, o şenaatleri unutacaksınız. Sonra size sorulunca, “Yahu öyle bir şey olmuş muydu?!.” diyeceksiniz. Ve anlatırsanız, fıkra gibi anlatacaksınız. Zaten adamlar, fıkralık işler yapıyorlar, çok komik!.. Gelecekte karikatürize edildiği zaman, onlar, iki büklüm olup yere bakacaklar; sizin de tebessümünüz gelecek ama edebinizden dolayı “Yahu ayıp olur bir insana karşı!” deyip yutacaksınız tebessümünüzü. Bu, sizin karakteriniz; o da onların karakteri: كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Herkes, karakterinin gereğini yerine getirir!” (İsrâ, 17/84)

Bakınız, sonra: وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ أَكْبَرُ “Dünyada hasene ihsan edecek fakat iyi bilin ki…” Yine “lâm-ı te’kid” ile diyor; “Ahiretteki mükâfat, ondan çok daha büyük!” Burada “ekber” kelimesi, ism-i tafdîldir; “büyüklerden daha büyük” demektir. Ahiretteki mükâfat daha büyük, en büyük. Dünyanın binlerce senelik mesûdâne hayatı, bir dakika Cennet hayatına mukabil gelmiyor. Size öyle bir şey verecek. Ve Cennet hayatının da binlerce mesûdâne senesi, bir dakika rü’yet-i Cemâl’ine mukabil gelmeyen Zat (celle celâluhu) size bir şey hazırlıyor. وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ “O kimseler, ah bir bilseler!” Eğer biliyorsanız… Ee Kur’an, bildiriyor. Hazreti Sâhib-i Zî-Şân da bildiriyor. Hadiseler de onu gösteriyor. Bin tane şahit de ona şehadet ediyor. Ne olur, Allah aşkına, siz de bilin!..

   “Şüphesiz ki senin Rabbin, imanlarından dolayı zulüm, mihnet ve işkenceye maruz kalan ve nihayet hicret eden, ardından Allah yolunda mücâhede eden ve sabredenlerle beraberdir.”

Bir diğer ayet de şu: ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ “Buna karşılık, şüphesiz ki senin Rabbin, imanlarından dolayı mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya maruz kalan ve nihayet hicret eden, ardından Allah yolunda mücâhede eden, çalışıp didinen ve sabredenlerle beraberdir. Evet, Rabbin, onların bütün bu güzel hareketlerine karşılık elbette onları bağışlayıp ihsanda bulunacaktır. Çünkü O gafûrdur, rahîmdir.” (Nahl, 16/110)

Evet, ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ “Sonra, Sen’in o Rabb-i Kerîm’in var ya…” لِلَّذِينَ هَاجَرُوا Yine “ism-i mevsûl” var orada, bakın. “Lam”, “ta’lîl” için olunca, “O hicret edenler (hicret ettikleri) için.” demektir; “tahsîs” için olunca ise -ki “lam” ikisi için de olabilir- “Özellikle hicret edenler için!” demektir, “Onlara mahsus olmak üzere” manasına gelir. لِلَّذِينَ هَاجَرُوا Yine “hâcerû”; biraz evvelki manada diyeceksiniz; fiil, teceddüde delalet ediyor: “Hicret üzere hicret!” Hicret sâlih dairesi içine girmişler. Bir hicret, bir hicret daha; bir hicret, bir hicret daha; bir hicret, bir hicret daha… Âdetâ dönüp sonra bakıyorlar: “Yahu gidecek başka yer yok mu, oraya da gidelim! Oraya da gidelim! Duygu ve düşüncelerimizde, esasen Kitap’tan ve Sünnet’ten kazandığımız şeyleri, orada da temsîlen ve hâlen gösterelim! Millî kültürümüzdeki güzellikleri, örf, an’ane ve geleneklerimizdeki güzellikleri başkalarına da gösterelim. İnsan olarak başkalarında da çok güzel şeyler vardır; onlardan da onları almaya bakalım. Dolayısıyla bir güzellikler macunu yapalım. Ve bunu -bir yönüyle- kendi hayatımıza bir fırça ile çalalım. Dolayısıyla güzellikler âbidesi haline gelelim!” diyorlar; hicret üzerine hicret yapıyorlar.

Bu ayette, مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا diyor; öncekinde مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا şeklindeydi. Evet, burada مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا “Fitneye uğradıktan sonra…” Fakat fiil, yine meçhul kipiyle, “fiil-i mâzi, cem’i müzekker” sigası. Fitneye uğratanlar söylenmiyor burada; öyle ise siz de onları yâd etmeyin, fitneleri ile başbaşa kalsınlar. Maruz kalacakları fitneler, kabirden başlayarak, berzahta nasıl olsa devam edecek. Sizin onlar için bir şeyler söylemeniz, onların maruz kalacağı şeylerin yanında deryada damla kalmaz, güneşin yanında zerre yapmaz. مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا “Fitne” diyor. Orada “zulimû” deniyordu, “zulüm” nazara veriliyordu; burada “futinû” ile “fitneye maruz kılınma, imtihana tabi tutulma” öne çıkarılıyor.

   “İtiraf” adı altında iftirada bulunarak tertemiz kardeşlerini karalayanlar, aslında kendi dünyalarını karartıyor ve ahiretlerini de kapkara hale getiriyorlar.

İmtihan olunca, bazıları kaybederler. Önlerine yazılı bir kâğıt, bir de kalem koyarlar; orada “At şuna, bizim yazdığımız şeylere, imzanı. ‘Bu işin içinde falan, falan da vardı! Darbe yapacaktık; falanı devirecektik, filanları yıkacaktık! Böyle yollar, yöntemler araştırıyorduk…’ falan. At buna bir imza!” derler. “Atmam!..” “Atacaksın!..” “Atmam!..” Tokat, tekme… İmtihanda dayanamaz, immün sistemi ona göredir; yalana imza atar orada, onun için, o fitnede, o imtihanda kaybeder o zavallı.

Birilerini de döverler, öldüresiye döverler; öldürdükleri de vardır, ölenler de var orada. Fakat sadece ölmek değil, teker teker dişlerini de sökseler onların, “Ben, öyle bir şey bilmiyorum. Ben, öyle bir şey bilmiyorum!” diyecekler de vardır. Bilal-i Habeşî gibi… Taşlar, üzerine konduğu halde, güneşte, beyin kaynatan sıcağın altında, onlar darbeledikçe, o (radıyallahu anh) yine “Ehad! Ehad!” “Allah birdir, Allah birdir!” der. Ne zaman diyor bunu? Kur’an-ı Kerim’den üç-beş ayet nazil olduğu, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemşümul peygamberliğine delalet eden şeylerin semadan henüz inmediği dönemde. İnen şeyler ile kanaat eden, o inen şeyler ile imanda şahlanan Yâsir, aynı şeyi söylüyor; Sümeyye, aynı şeyi söylüyor; Ammâr, aynı şeyi söylüyor. Sadece Ammâr İbn-i Yâsir (radıyallahu anh) sonunda bir kelimeyi kaçırıyor. Baba, gözünün önünde öldürülüyor, çok vahşice; anne, gözünün önünde öldürülüyor. “Sana da aynı şeyi yapacağız!” dediklerinde, orada dilinden kaçırıyor, onların dediği şeyleri. Fakat zincirler çözülür çözülmez -Promete gibi zincire vurmuşlar- Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına koşuyor, âdetâ “Mahvoldum yâ Rasûlallah! İstediklerini söyledim ben!” diyor. Efendimiz buyuruyor ki, إِنْ عَادُوا، فَعُدْ “Yine o ölçüde tazyik yaparlarsa, sen de onların dediğini de!” Ruhsat yolunu gösteriyor İnsanlığın İftihar Tablosu.

Evet, “teysîr” (kolaylaştırma) peygamberi… يَسِّرُوا وَلاَ تُعَسِّرُوا، وَبَشِّرُوا وَلاَ تُنَفِّرُوا “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” buyuran Rehber-i Ekmel, bazılarına ruhsat yolunu işaret ediyor. Ama diğer sahabiler, “azimet” ile amel ederek, o güneşin altında, ya çarmıha gerilmiş veya kumda üzerlerine taşlar konmuş olarak, işkenceler altında, “Ehad, Samed, Hayy, Kayyum!” diyerek, iniltilerini bu şekilde dillendiriyorlar.

Şimdi, مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا Kimisinin immün sistemi ona göre; o orada dayanamıyor, ordu-bozanlık yapıyor. Masum arkadaşları adına yalana imza atıyor; “itiraf” adı altında iftirada bulunuyor. Tertemiz, melek gibi kardeşlerini karalıyor; böylece kendi dünyasını karartıyor, ahiretini kapkara hale getiriyor.

   Hepimiz imtihan oluyoruz; kimimiz zindanda, kimimiz ihtifada, kimimiz göç yollarında ve kimimiz de vicdanî sorumluluklarla karşı karşıya bulunmakla beraber kısmen rahatta elekten geçiriliyoruz.

Evet, ثُمَّ جَاهَدُوا Fitneye uğradıktan sonra, onlar, kazanmışlar; sonra mücâhede ediyorlar. وَصَبَرُوا Çekecekleri şeylere de katlanıyorlar. Bazıları, ihtifâ ediyor, bir evde duruyorlar; fakat her gün “Evim basılacak!” sancısı var, şakakları onun ile zonkluyor: SS’ler ne zaman gelecek, kapının ziline basacaklar? Hitler’in ferman-ı nâ-sezâsı, nâ-şâhânesi gibi olan zamanın SS’leri ne zaman gelecek? “Sizi derdest etmeye geldik!” “Suçumuz ne?” “Valla suçu bilmiyoruz fakat bize dediler ki: Onları derdest edin, götürün!..” Savcıya götürecekler. “Savcı bey, suçum ne?” “Valla bilmiyorum; bana dediler ki: Onları ne yapıp yapıp bir uydurma iddianame ile tutukla. Mesela, de ki: Cihanı yıkmaya, fayları kırmaya, zelzele yapmaya hazırlanıyorlarmış! Cinleri kullanarak bir kısım meteorları bizim saraylarımızın başına yağdıracaklarmış!” Birisi buna benzer şeyler söyledi hani!.. Şirin görünmek için böyle diyenler, maalesef şirin de görünemediler ya!..

Evet, bazıları orada kaldılar; ثُمَّ جَاهَدُوا ama mücâhede için kaldılar. وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ “Bizim uğrumuzda (iyi birer mü’min olabilmek için) gerekli gayreti gösterenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Elbette Allah, O’nu görürcesine iyiliğe adanmış olanlarla beraberdir.” (Ankebût, 29/69) Bu da başka bir ayet, Ankebût Sûresi’nin son ayeti: وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا “Bizim için, tamamen derinleşerek mücâhedelerini sürdürenler var ya, kasem olsun, onlara muvaffakiyet yollarımızı gösteririz.” لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا Ne yollara, ne yollara onları hidayet ederiz! Öyle yollar açarız ki onlara, sürpriz olur o yollar; yürür giderler Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), müşriklerin içinden وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ “Ayrıca, önlerine bir set ve arkalarına bir set koyduk, böylece onları her taraftan kuşattık; dolayısıyla hiçbir şey görememektedirler.” (Yâsîn, 36/9) ayetini okuyarak sıyrıldığı gibi.

Tam O (sallallâhu aleyhi ve sellem) çıkacağı zaman -Siyer ve Menkıbe kitaplarına göre- öbürlerine uyku geliyor, mürgülemeye başlıyorlar. Ve Efendimiz de وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ diyor, çıkıyor oradan. Bir güzergâh takip ediyor, Sevr sultanlığına ulaşıyor. İradî olarak… O (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi iradesinin hakkını veriyor. Allah’ın dediğini diyor, Allah’ın gösterdiği yolda yürüyor, Allah’ın “Gir!” dediği yere giriyor. “Mağara” (Sevr mağarası) değil, “Sevr sultanlığı”; saraylarla değiştirmeyeceğiniz Sevr sultanlığı. O, birkaç saat mi, bir-iki gün mü, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bağrında misafir etmiş. Toprağını, gözünüze sürme diye çekseniz, değer!.. Hani, “O Medine izi-tozu, bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır” diyor ya!.. Evet, o Sevr’in, o Sevir sultanlığının bir avuç toprağı, bu Kıtmîr’in gözüne tûtiyâdır.

Sevr sultanlığı… Şimdi oraya gittiler. Allah (celle celâluhu) -adeta, hadiselerin diliyle- buyurdu ki: “Siz, şart-ı adi planında iradenin hakkını verdiniz. Şimdi bakın, Ben o serserileri/haydutları nasıl geriye çevireceğim!..” Birden bire örümcek çıkıyor oradan. O anda, seri, “Benim işim bu, vazifem bu!” diyor; bir örümcek ağı örüyor ki, âdetâ baksalar, örümcek ağının arkasını göremeyecek şekilde. İki tane de güvercin geliyor, hemen oraya konuyor; biri bir tarafa, biri bir tarafa konuyor. Müşrikler geliyorlar, izi oraya kadar sürmüşler. İz sürmekte çok şeytandırlar; aynen günümüzün SS’leri gibi; nerede saklanırsanız, gelir bulurlar. Oraya kadar iz sürmüş, gelmişler; fakat orada Cenâb-ı Hakk’ın takdirine çarpıyor, tersyüz oluyorlar. Bakıyorlar, birbirlerine, “Allah, Allah! Bu örümcek ağı, senelerce evvel örülmüşe benziyor. İçeride insan olsa, güvercinlerin işi ne burada?!. Burada değil O (sallallâhu aleyhi ve sellem), demek başka yerde!” diyorlar. Orada da Allah (celle celâluhu) koruyor, himaye buyuruyor. Evet, وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا “Öyle yollar, öyle yöntemler önlerine koyarım ki; onlar patikada yürüyorken, birden bire bir şehrâhta yürüyor gibi olurlar.” Kendilerine tahsis edilmiş bir şeritte yürürler, ne trafik olur, ne trafik polisi karşılarına çıkar, ne de SS’ler ile karşılaşırlar.

   Zalimler bir sızıntının önünü kesmiş olsalar bile, Allah, aktif sabırla mücâhedeye devam eden Hizmet gönüllülerine çağlayanlar lütfedecektir.

Diğer ayete dönelim: ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا Sonra, mücâhede ederler. O esnada belli şeylere maruz kalacaklardır ama dişlerini sıkar onlara da sabrederler. Sabır, sizin terminolojinizde “aktif sabır”dır; kıpırdanma sabrıdır, durağan sabır değil. Durağanlığa girdiğiniz zaman, fizikteki atalet kanununda olduğu gibi, sağa-sola savrulursunuz; hareket edeceksiniz ki, dağılmayasınız.

Aktif sabır… Tamam, bunlar, bela, musibet ve Allah’ın şerirleri olarak üzerimize geldiler; salya ata ata, diş göstere göstere geldiler. Pekâlâ, bu konum itibarıyla ne yapılabilir burada? Şimdi ne yapabiliriz? Dün, yollar açık iken, her taraf şehrâh iken, her tarafta vaz’ edilmiş hüsnü kabul ile karşılaşırken, herkes sinesini bize açar ve bizleri kucaklarken -doğru- rahat yürüyorduk. Gittiğimiz her yerde de -bir yönüyle- “nur ocakları” açıyorduk; ışıksız mumları tutuşturuyorduk; âlemin gözünü açıyorduk Allah’ın izniyle. Fakat şimdi hâin bir kısım nefesler, o mumları söndürmeye durdu. Şimdi ne yapacağız burada? O zaman kolektif şuura, meşverete müracaat ederek, “Bu konjonktürde, bu şartlar altında, şu anda, böyle bir zamanda, şu yapılabilir.” diyecek ve onu yapacağız.

Yaptığınız bir şey ile sonuç alıyorsanız, “Yahu demek ki oluyormuş!” dersiniz; birden bire o, sizin için işleyen bir şehrâh haline gelir. “Yahu şöyle bir şey de var, yahu şöyle bir şey de var!” Nasıl değişik ses ve soluğu Kapadokya’ya ulaştırmak için belli kanalları deniyorsunuz; onu tıkıyorlar, sonra ızdırarların, ızdırapların, derince düşünmelerin sayesinde alternatif yollar oluşturuyorsunuz. “Yahu şu yol da olabilir!” diyorsunuz, bir başka yolla ulaşıyorsunuz, ulaşabildiğinize. Belki eskiden insanların yüzde kırkına, yüzde ellisine, yüzde altmışına ulaşıyordunuz…

Ama hep öyle başladı. Sızıntı, ilk basıldığı zaman, üç bin mi, dört bin mi basıldı. Fakat bir gün geldi, on beş, yirmi sene sonra sekiz yüz bine ulaştı. Kendi mevzuu/konumu itibarıyla belki dünyada o seviyeye ulaşan ilk mecmuadır. Ee o zaman… “Yahu madem o zaman üç bin ile, beş bin ile başladık.. madem aka aka göl olur.. sonra daha akar, derya olur.. sonra daha akar, o derya tebahhur eder, bulutlar haline gelir.. sonra rahmet olur yerin bağrına yağar.. sonra çaylar haline gelir, çağlar.. sonra yeniden deryanın bağrına akar!.. Öyleyse, madem böyle çağlayana doğru gidiyor, en iyisi biz şimdi bir “Çağlayan” çıkaralım; aynı duygu ve düşüncelerimizi bu defa onun sayfalarına saçalım!” Onlar minik bir Sızıntı’nın önünü aldılar; fakat Çağlayan ile karşı karşıya kaldıkları zaman, o uzun dillerini yutacaklar, kuyruklarını da kısacaklar.

Evet, وَصَبَرُوا beyanından hareketle, “aktif sabır”dan geçtik buraya. ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ “…Ardından Allah yolunda mücâhede eden, çalışıp didinen ve sabredenlerle beraberdir. Evet, Rabbin, onların bütün bu güzel hareketlerine karşılık elbette onları bağışlayıp ihsanda bulunacaktır. Çünkü O gafûrdur, rahîmdir.” (Nahl, 16/110) Burada bir hususa da işaret ediliyor: Bir yönüyle, bazıları az yamuk-yumuk davranabilir, gevşekliğe düşebilirler. Fakat onlar da ümitlerini yitirmesinler!.. Bütün bunlardan sonra unutmasınlar ki, إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Yine “lâm-ı te’kid” ile, “Allah, mutlaka günahları çok iyi yarlıgayandır ve aynı zamanda Rahîm’dir!” Rahîm, büyük ölçüde ahirete bakar; رَحْمَنُ الدُّنْيَا وَرَحِيمُ اْلآخِرَةِ denir. Fakat her ikisinin de dünyaya bakan yanı da, ahirete bakan yanı da var.

Belki ayetlerin manaları, bize hatırlamamız gereken şeyleri hatırlatıyor. Bu açıdan, ayetlerin meali bana diyecek şey bırakmadı. Evet, ben de diyeceklerimi, onlara, Allah’ın kelamına, mübarek beyanına emanet etmek istiyorum.