Bamteli: AKTİF SABIRLA SABREDECEĞİZ!..

Bamteli: AKTİF SABIRLA SABREDECEĞİZ!..

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

“Dünya, içiyle-dışıyla bir kitap fuarı..

Nümâyân her yanında ulûhiyet esrârı,

Dönüyor, temaşa edince, insanın başı,

Marifet nurları sarıyor bütün efkârı.”

Bu nazar nerede, biz neredeyiz?!. أَيْنَ هُوَ، أَيْنَ نَحْنُ Koca kâinatı, bir “kitâb-ı kebîr” (büyük bir kitap) gibi, mütalaamıza sunmuş. “Arz” aşağıdan yukarıya olduğu için, orada “arz” tabirini -dil esprisi açısından- kullanmamak lazım; “sunmuş” ve “Alın, bu kitabı mütalaa edin!” buyurmuş. Derin bir kitap; okuyamıyoruz!.. Paragraflar arası, cümleler arası münasebeti kuramıyoruz. Efendim, Samanyolu’dur, başka kehkeşanlardır… Bir buçuk milyar galaksi varmış, her galaksi içinde şu kadar sistem, bir milyar sistem varmış… Sonra, “Kudret” ve “İrade”siyle önümüze serdiği, “Kudret ve İrade meşherleri” diyeceğimiz, “İlim” programına göre Kudret ve İrade meşherleri… Kocaman bir kitap, okuyamıyoruz onu!.. “Madem okuyamıyorsunuz; Ben size onun sayesinde kâinatı da okuyacağınız/okuyabileceğiniz bir kitap göndereyim! Bir Beyan!.. O Kur’an-ı Kerim, onu (kâinat kitabını) okuyor, onu dinleyin!..”

   “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor!”; Allah’ı tanımanın ve yaratılış sırlarına ermenin yolu, o sese kulak vermektir.

Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Sus; kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen, hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” O kocaman meşherleri, kâinat kitabını hallaç edercesine Kur’an-ı Mu’cizü’l-beyan, okuyor. “Takıldığınız yerler varsa, benim Nebî’m (sallallâhu aleyhi ve sellem), ona tercüman; şerhler, hâşiyeler düşerek, ‘Sünnet-i Seniyye’si ile. Onu da tam anlayamıyorsanız, husûsî bir cemaat yarattım Ben (celle celâluhu); müçtehidîn, müceddidîn, ulemâ-i âmilîn/kâmilin. Onlar, o meselenin doğrusunu anladılar. Bir de kulaklarınızı onlara açın!”

Mesmûâta dair Allah’tan gelen mesajların yanında, bir de kulaklarınızı onlara açın. O zaman, kulaklarınızı açınca, gözünüz de açılacak. Evvelâ kulakları açmak, mesmûâta karşı. Çünkü sadece gözü açmak eğer yetseydi, kâinat kitabını hallaç edenler, Allah’a ulaşırlardı. Binlercesi, onu didik didik ettikleri halde, hâlâ yollarda; Firdevsî destanlar kesip duruyorlar, iki adım atamamışlar. Öyle ise evvelâ “mesmûât”, sonra “mubsarât”; kulaklarda tın tın hakikatin sesi, nağmesi; bestesi güftesine uygun, güftesi bestesine uygun. Onu dinleyin. Sonra kâinattaki besteyi de duyacaksınız, güfteyi de duyacaksınız/anlayacaksınız. Yazan’ı (celle celâluhu) da tanıyacaksınız, “Seslendiren”i (sallallâhu aleyhi ve sellem) de tanıyacaksınız, onun şerhini/hâşiyesini de tanıyacaksınız. Onu tanımanın yolu da, onları tanımadan geçiyor. Bu argümanları tanımadan ve doğru yorumlamadan, O’nu tanımak ve O’nu bilmek mümkün olmayacaktır.

Zira رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِكُمْ “Sizi en iyi bilen, Rabbinizdir” (İsrâ, 17/54) Kendini en iyi bildirme mevzuunda da, sizi gerekli donanımlarla donatmıştır; “Gelin, Beni bilin!” وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “İns ve cinni, bana kulluk etsinler -İbn Abbas yorumuyla, Beni bilsinler, Beni tanısınlar- diye yarattım!” (Zâriyât, 51/56) Bilip tanımayınca, kulluk şeklî olur, folklor olur. Yatar-kalkarsınız, aç durursunuz, para harcar hacca gidersiniz; şekildir bunların hepsi. Fakat özü, esası ve ruhu, bir yönüyle o meselenin kalbe ve tabiata mal olmasıdır, sizin bir parçanız haline gelmesidir. Namazlaşmak, oruçlaşmak, haclaşmak; o işin tâ kendisi olmak. Kendisi olmayınca ki bu, meselenin “hakka’l-yakîn” ufkudur; onu -eskilerin tabiriyle-  “mahiyet-i nefsü’l-emriye”sine uygun, nasıl ise öyle, tanımanız mümkün değildir. Mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle tanımanız mümkün değildir; fakat tanıtmak için Allah, yapılacak her şeyi, on katı ile yapmış; laubaliler anlamasalar bile, lakaytlar anlamasalar bile!..

Atıp tutmayı bırakmak lazım; iddiayı bırakmak lazım!.. İddia, atıp-tutma, “olma”nın önünde en büyük bir engeldir. Bunları atmadan bir insan, “olma” denen o ufka ulaşamaz. O olmayınca da, hep “ham” tadı verir, ekşi, tuz-biber.

   “Sabrın sabırdan daha ötesine/acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim!..”

Bu girizgâhtan sonra bugünkü mevzuya geçelim: Malın mülkün gasp edilmesi, zindan, gaybubet, hicret. Bunların hepsi, musibet kategorisi içinde mütalaa edilebilecek şeyler. Bazılarına “tam musibet” denir, bazılarına “nisbî musibet” denir. Fakat hani bunların bir zâhiri durumları itibarıyla ifade ettikleri şeyler var. İfade ettikleri şeyler acı, ızdırap… Onun için dişini sıkıp sabretmek lazım.

Hazreti Ali’ye nispet edilir, Kıtmîr de Arapçasını tahta kulübeme asmıştım. O tahta kulübeden ayrılırken, sevdiğim arkadaşlarımdan -belli bir dönem belki talebelik yapan- bir arkadaşımız, her halde o levhayı aldı: سَأَصْبِرُ حَتَّى يَعْلَمَ الصَّبْرُ أَنِّي أَصْبَرُ عَلَى أَشَدَّ مِنَ الصَّبْرِ “Öyle dişimi sıkıp sabredeceğim ki, sabrın kendisinin de kafasına ‘Dan!’ diyecek; dahasına sabretmeye teşne bulunduğumu anlayıp da kafasına ‘Dan!’ diyecek!..” Sabır… Evet, bu söz, farklı bir meal ile bizim elektronik levhalarda da var.

Sabrın çeşitlerini biliyorsunuz. Önce, ibadet u tâate karşı sabır ki, hem onun sıkıntılarına/meşakkatlerine katlanma, hem de onun için zaman ayırma, ara vermeden, hiç fâsıla vermeden onu devam ettirme. Biz bunları ifade için sabra bir kelime daha ilave ediyor, “aktif sabır” diyoruz. Sadece durağan bir sabır değil, aktif sabır. Sürekli o sıkıntıları göreceksin ibadet u tâatten; mesela, hadis-i şerifin ifadesiyle, إِصْبَاغُ الْوُضُوءِ عَلَى الْمَكَارِهِ “Abdest almanın çok zor, çok çetin olduğu şartlar altında abdest alacaksın.” Namaza gitmenin çok zor, çok çetin olduğu bir dönemde, namaza gideceksin. Günlerin çok uzun olduğu yerlerde -Kutuplara doğru, Kuzey Kutba doğru- oruç gelip çatacak, oruç tutacaksın; yirmi saat belki, oruç tutacaksın. Takvimini, sana yakın -yirmi dört saatin söz konusu olduğu- yerlere göre ayarlayacağını fukahâ-i kiram söylüyor. Sabredeceksin; her gün bir kere daha kendini sabırla ortaya koyacaksın. Hacca giderken hem sıkıntısına, hem para harcamaya, hem orada maruz kalacağın şeylere sabredeceksin. Namazda sabredeceksin. Alın teri ile kazandığın şeylerde sabredeceksin!..

Bir de hani bir şeye daha sabretmek lazım: Alın teri ile kazanacaksınız. Sineleriniz, himmet ile çarpacak. Doğrudan dişinizden-tırnağınızdan -Türk atasözüdür, dişinizden-tırnağınızdan…- artırdığınız şeylerle eğitim faaliyetlerine hizmette bulunacaksınız; burs vereceksiniz, okul yapacaksınız, üniversiteye hazırlık kursu açacaksınız. Eğitimin her şeyin üstesinden geleceği inancıyla, malınızı bunlara harcayacaksınız. Evet, bu bir sabır ister. Fakat onun ötesinde daha ağır bir sabır da şudur: Siz bu mevzuda civanmertçe infakta bulunacaksınız; sahabe gibi, Hazreti Ebu Bekir gibi, Hazreti Ömer gibi, Hazreti Osman gibi, Hazreti Ali gibi, dişinizi sıkıp malınızın hepsini, yarısını, üçte birini, dörtte birini vereceksiniz; en küçüğü kazandıklarının dörtte birini vermişler, siz de vereceksiniz. Sonra elin oğlu gelip el koyacak buraya. Bir kısım gâsıplar tayin edecekler ve onlar da o müesseseyi sizin gözünüzün içine baka baka batıracaklar, iflas ettirecekler. Siz bakacaksınız; emeğiniz, semeğiniz, oradaki hatıralarınız, çok ciddî, derin, sizi yaralayan nostaljiler… Burnunuzun kemikleri sızlayacak… Bir zamanlar içinde bulunduğunuz, gezdiğiniz-tozduğunuz, hizmet verdiğiniz müesseseler; fakat Ali Baba’nın Haramîleri, günün SS’leri (Schutzstaffel; Hitler’in özel askerleri) gelip oraya el koyacaklar, gözünüzün içine baka baka. Bunu yaparken de bu “kâfirce işi, kâfirce işi, kâfirce işi” dinin ruhuna uygun yapıyormuş gibi arkalarındaki vandallara anlatacaklar ve onları da şeyin arkasından sürüklenen yığınlar gibi arkalarından sürükleyip götürecekler. Bir de bunları görüp, bunlara sabretme var!..

Belli bir dönemde, üniversiteden mezun olmuş, çiçeği burnunda arkadaşlar, ilk planda külah içinden kuraları çekmiş, coğrafyada yerini bilmedikleri ülkelere gitmişler; oralarda dişlerini sıkmış ve aynı zamanda bir amele gibi, halayık gibi çalışmış, müesseseler kurmuş, okullar açmışlar. Günümüze gelinceye kadar dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde okul açmışlar. Sonra birileri güve gibi gidecek, oralara musallat olacak; onları kemirecek, bitirmeye çalışacak, yıkmaya çalışacak. Güvelerin onları yediğini görünce, içiniz yanacak, insan olarak, hayıflanacaksınız, “Yazıklar olsun size!” diyeceksiniz. Ama bunların hiçbiri, sizin o esnadaki yaralarınıza tedavi olmayacak, reçete olmayacak. Sabır!..

Evet, سَأَصْبِرُ حَتَّى يَعْلَمَ الصَّبْرُ أَنِّي صَبَرْتُ عَلَى شَيْءٍ أَمَرَّ مِنَ الصَّبْرِ “Sabrın sabırdan daha ötesine/acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim.” Sabır, sabırdan daha ağırına, daha çetinine dişimi sıkıp sabredeceğimi anlayacağını âna kadar ‘Sabır!’ diyeceğim. Cenâb-ı Hakk’ın Esma-i Hüsnâ’sı arasında, Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği isimler içinde, en son gelen اَلصَّبُورُ Allah, “Sabûr”dur. Hemen, insanları cezalandırmıyor; mehil mehil üstüne veriyor onlara. Hemen tecziye etmiyor, akıllarını başlarına alırlar, öbür tarafa bırakmazlar diye; fakat temerrüd edip, inat edip “İlle de benimki o tarafa kalsın!” diyen bir sürü mütemerrid var, münkir var, mülhid var.

Bu sabır çeşitlerine daha değişik şeyler de ilave edebilirsiniz. Mesela hususi mahiyette diyeyim ben: Maskat-ı re’sim (dünyaya geldiğim yer); içinde dedemin hânının bulunduğu, başkalarını misafir ettiği, doğup büyüdüğümüz ev; babamın, amcalarımın, belki onların babalarının, onların babalarının, onların da babalarının içinde doğup-büyüdüğü ev. O ev, bir restorasyondan geçirilerek vakfediliyor, milletimize bedava hizmet etsin diye. Gelip onun da tepesine konuyorlar. Yâ Sabûr!.. Üstadımızın gelip misafir olduğu -yine- dede hanı; misafirhane olarak yapmışlardı, orayı da. Yaz günlerini değerlendirmek için kadın-erkek talebeler, gidip orada kamp yapıyorlardı. Dede hanı; Üstad da Van’dan alınıp Korucuk köyünden geçirilirken orada misafir kalıyor. Orayı yeniden gözden geçirmiş, restore etmiş, kalınır bir hale getirmişlerdi. Fakat vakfa vermişler, hüsn-ü niyetle; “En emin bir yer; biz de emniyet ve güven içinde kullanırız!..” Ali Baba’nın eşkıyaları, gelip oraya da, onun tepesine de binmişler. Buyur, sabret; bütün bunlara sabret!.. Hepsinin içinde dünya kadar hâtıralarınız var; yatmanız var, kalkmanız var, oturmanız var, arkadaşlarla toplanıp görüşmeniz, konuşmanız var; geçmişiyle alakalı hâtıraları dillendirmeniz var, destanlaştırmanız var. Buyurun sabredin!..

Amnofis, böyle yapmamıştır; Ramses, böyle yapmamıştır; İbnü’ş-Şems böyle yapmamıştır. Bunlar, Mısır’ın meşhurları, herkes bildiği için söylüyorum. Sezar, böyle yapmamıştır; Hitler, böyle yapmamıştır. Biraz Lenin’den şüpheleniyorum, “O öyle bir şey yapmış mıdır acaba?” filan diye!.. Buna, insanın Leninleşmesi denir, Stalinleşmesi denir; isterse ara sıra, abdestli-abdestsiz, câmiye gelsin, ön saflara geçsin. “Bak, ben de geliyorum!..” Ubeyy İbn Selûl de öyle yapardı; öyle görünürdü. Abdesti var mıydı, yok muydu? Hatta gusül abdesti var mıydı, yok muydu, belli değil. Evet, bu yaptıkları şeylere bakınca, o mevzudaki o dinî hassasiyete riayet edeceklerine ihtimal vermiyorum ben. Ama bu mesâvîler, bu me’âsîler, öbür tarafta ortaya dökülecek; o günahlarla onları tartarken Hazreti Deyyân, arsa-i mahşerde kırılacak Mizân!..

   Zindan, musibetin büyüklerindendir; ne var ki, hâlis mümin orayı muvakkat bir çilehane olarak görmeli ve dişini sıkıp “Medrese-i Yûsufiye” haline getirmelidir!..

Zindan… Her dönemde olmuş bu. Daha eskilere gitmeden, devr-i Risâletpenâhi’de zincire vurmuşlar sahabileri; babası vurmuş, annesi vurmuş. Çok benziyor; aile fertlerini birbirinden koparma mevzuunda, müşriklerin Müslümanlara yaptıkları şeylere o kadar benziyor ki!.. Mesela, Velid İbn-i Velid, Hazreti Hâlid İbn Velid’in ağabeyi. Babası, oğlunun adını da Velid koymuş. Hazreti Velid, ömrünü Mekke döneminde hep zincirde geçiriyor. Habbâb da öyle geçiriyor. Ve diğerleri… Orada çölde, o sıcakta, beyinleri kaynayarak ölüyor niceleri. Aynen… Günümüzde de nice insan öldü; nice insanın ırzına geçildi; nice insan, zindanlarda çırılçıplak hale getirildi; niceleri orada eskileri, o Firavunları unutturacak mezâlime maruz bırakıldı. Evet, zindan… Zindana karşı sabır, zannediyorum, belâ ve musibetlere karşı sabrın en ağırlarından bir tanesi.

Bir-iki defa o mübarek yerin (zindanın/Medrese-i Yûsufiye’nin) cefasını, Fakir de gördü. Fakat itiraf etmeliyim ki, ne 27 Mayıs’ta darbe yapanlar, ne o 12 Mart’ta darbe yapanlar, tutuk evine, sonra da hapishaneye koyanlar, bunların yaptıkları saygısızlıkların onda birini yapmadılar. Onlardan o saygısızlığı görmedim, mübalağa yapmıyorum; yine yiyeceğimizi veriyorlardı, bir tokat vurmadılar. Bir tokat vurmadılar, bir saygısızlık göstermediler. Günümüz SS’leri gibi gelip malınıza-mülkünüze el koymadılar. O 12 Eylül’de Bozyaka vardı, gelip el koymadılar. Yamanlar’ın bir binası bitmek üzere idi, birinin de temeli atılmıştı; gelip el koymadılar, “Bunlar bizimdir!” demediler. Bir şom ağızın “Milletin malını, millete iade ediyoruz!” dediği gibi demediler. Bağışlayın, bu çirkin laflar geliyor da, muktezâ-i zâhire mutabakatı açısından, kelâmın hatırına söylüyorum: “Vandal”, diyor ki, “Milletin malını, millete iade ettik!” O millet, canını dişine taktı, helalından kazandı ve her şeyin “eğitim” ile halledileceğine inanarak, okullar yaptı, yurtlar yaptı, pansiyonlar yaptı, fakir talebeye burs verdi. Fakat gelip SS gibi onun tepesine kondular. Milletin meşrû malının tepesine konuyorlar; örneğini verdim az önce. O askerî darbelerde, askerî hınç ile gelen insanlar, o terbiyesizliği, o saygısızlığı yapmadılar.

Bu itibarla da çok farklı bir dönem yaşıyoruz. Bu meselenin bir yanını, “zindan” teşkil ediyor. “Sen, ByLock kullanmışsın!”, zindan… “Senin üzerinden, üzerinde 1 rakamı yazılı dolar…”, Bir de “F” varsa seri numarasında, belli artık, tamam, “siz”den; zindan… İçeriye alıyorlar; “Sonra ifadeni alırız; hele bir sene yat, sonra düşünürüz onu! Bir yolunu buluruz onun!..” Bir “çatı dava” filan, milletin canına tak diyeceği âna kadar orada… Basit şeylerden dolayı zindan…

Orada dişini sıkıp sabretmek lazım; “Hakk’ın olıcak işler / Boştur gam u teşvişler / Ol, istediğini işler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse, güzel eyler!” deyip, dişini sıkıp sabretmek lazım. “Hakk, şerleri hayreyler / Sen sanma ki gayr eyler / Ârif, ânı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse, güzel eyler!” de, dişini sık; zindanı “Medrese-i Yûsufiye” haline getir!.. Tutamadığın oruçları tut, kılamadığın namazları kıl; “Doğru kılamadım!” dediğin namazları kıl orada. Zindanı bir halvethâne -eski velilerin, hususiyle Halvetîler’in çilehaneleri gibi bir çilehâne- sayarak, orada tasaffî etmeye bak!.. Tâbir-i diğerle, “Hayvaniyetten sıyrılmaya, cismâniyeti bırakmaya, kalb ve ruhun derece-i hayatına -orayı miraç yaparak- yükselmeye bak!..”

Evet, zindan, bir Medrese-i Yûsufiye haline getirilmeli!.. Hazreti Pîr “Yusuf Aleyhisselâm mahpusların pîridir ve hapishane bir nevi Medrese-i Yûsufiye olur.” demiş. Hazreti Yusuf da orada nicelerinin imanına vesile olmuş ve Mısır’da, mebdei hapishaneden başlamak üzere Müslümanlaşma olmuş. Gönüllere girmeye bir seyahattir o. Bunları düşünmeli ki, şu anda çektiğimiz şeyleri tadil edici faktörlerdir bunlar. Dişini sıkıp sabretmek lazım; sabır zindanın da sevabını kazandırır. Ne gibi? Sürekli namaz kılmış gibi, oruç tutmuş gibi, Hacca gitmiş gibi sevap kazandırır.

   Zâlimin işini kolaylaştırmak, Allah nezdinde büyük bir vebaldir.

Belki bazıları da gaybûbet ediyor, oraya girmemek için, dışarıda duruyor. En azından, eşi vardır, çocukları vardır; onlar için teselli kaynağı. Veya bir yolunu bulup birine haber veriyor, “Falanlara bakın!” Bunun için gaybubet ediyor onlar da, bazen içte, bazen de dışta. Onlar da onun sıkıntısını çekiyorlar; çarşıya çıkamıyor, pazara çıkamıyor, işlerinin başına gidemiyorlar. Bir de bu arada “Her an bir baskın olabilir!” endişesiyle yaşıyorlar. Dahası, yakın akraba ve taallukatının yanında kalıyorlarsa şayet, “Siz niye böyle bir şakîyi, eşkıyâyı, terör örgütüne mensup birisini korudunuz, kolladınız?” derler, onlara da bir şey yaparlar diye, onun da sancısını çekiyorlar. Bu da yine büyük bir sabır mevzuu; ona katlanmak gerekiyor.

Burada antrparantez ifade edeyim: İster zindandaki, ister gaybûbet eden, zâlimin işini kolaylaştırmama adına, yaptıkları şeyleri yapmalılar. Zâlimin işini kolaylaştırmak, Allah nezdinde bir vebaldir, bir günahtır. Ne Efendimiz ne de diğer peygamberler ve selef-i sâlihîn, zalimlerin işini kolaylaştırmışlardır. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) Mekke müşriklerinden ayrılıp Medine’ye gitti. “Kaçtı!” demiyorum; “kutsal yolculuk”, “Sevr sultanlığı”, “kutsal yol”, “kutsal şehrâh”; çünkü umumî işlek yoldan gitmediler, âlemin gitmediği bir yol takip ettiler; “gitti!” demek de ne demek, “şereflendirme”dir o, başka bir yeri şereflendirdiler. Gitti Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); kâfirin/zâlimin işini kolaylaştırmamak için. Hazreti Musa, Medyen’e gitti, Firavunların işini kolaylaştırmamak için. Koca “Nâsıralı Genç” diye bilinen seyyidinâ Hazreti Mesih, oradan oraya kaçtı, oradan oraya kaçtı; üç insan buldu, onlara bir şey anlatmak istedi; beş insan buldu, onlara bir şey anlatmak istedi. En-nihayet, bir yerde, Havarilerin de bulunduğu bir yerde, evini bastıkları zaman, Allah (celle celâluhu), Onu (aleyhisselam) vücûd-i necm-i nurânîsiyle mi, vücûd-i hâkânîsiyle mi, nezd-i Ulûhiyetine aldı, semalardaki tahtında, tahtını otağ yaptı, oraya oturttu. İşin mâhiyet-i nefsü’l-emriyesini idrakten âciziz. Söylediğim sözler biraz da o aczi aksettirici mahiyette; siz anlarsınız, Kıtmîr’in o mevzudaki hassasiyetini.

Bir de hicret meselesi var. Hicret… Şimdi, bir yönüyle boşluğa atılma gibi, bir çağlayana salınma gibi, bir şeye salınıyorsun ki, o deryanın nerede sona ereceği, nerede senin bir sahile yanaşacağın, yanaşıp dışarıya çıkacağın belli değil. Akıp gidiyorsun orada… Dolayısıyla mebdeinde çok ciddi bir ızdırap çekersin; çünkü bir meçhule doğru akıp gidiyorsun. “Kanada’ya mı gitsem, Brezilya’ya mı gitsem, Arjantin’e mi gitsem, Şili’ye mi gitsem? Nereye gitsem, nereye iltica etsem?!.” Bu, bir. İkincisi; “Malıma-mülküme el koydular, o gittiğim yerde ne yapabilirim?!” Soruyorum bazılarına, “Ne yaptınız?” Hiç öyle bir işin insanı değil; “Bir tane araba buldum, dolmuşçuluk yapıyorum!” diyor. Öbürü, “Biz de böyle beş-on kuruş bir şey bulduk; hanımlarımız -Allah razı olsun- orada ekmek yapıyorlar veya bizim yemek kültürümüze dair bir şey yapıyorlar, onu satıyorlar, onunla geçinmeye çalışıyoruz.” diyor. Bir iş tutturuncaya kadar ızdırap içinde kıvranıyorlar.

Hicret… Ve aynı zamanda bunlar, dışta muavenet oluşumları teşkil ediyorlar; bu kadarcık olsun eli kolu açık olmayan, daha doğrusu eli-kolu bağlı bulunan insanlara yardım etme adına heyetler oluşturuyorlar; “Acaba, bu elde ettiğimiz şeyden beş-on kuruş artırıp o mağdurların yardımına koşabilir miyiz?!.” Onu yapıyorlar. Şimdi bu yönüyle de hicret, hicrettir.

Esasen, bunların hepsi o ilklerin gölgesinde yaşanan mazlumiyet ve mağduriyetlerdir. O “zindan”ı, hakikî manada yaşayan, o “gaybubet”i hakikati manada yaşayan -ki, Efendimiz de yaşamıştır onu-, o “hicret”i hakiki manada yaşayan insanların zindanlarının, gaybubetlerinin, hicretlerinin gölgesi olarak, o işin izâfîsi olarak günümüzde de yaşanıyor.

   Cenâb-ı Hak, her birimizi ayrı ayrı mağduriyetlerle imtihan ediyor; bize düşen, nerede bulunursak bulunalım, konumumuzun hakkını vermeye çalışmaktır.

Cenâb-ı Hak, şöyle buyuruyor: وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي اللهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ اْلآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ “(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Âhirette verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. Ah, (insanlar) bunu bir bilselerdi!” (Nahl, 16/41) Bir ayet, bu. “Zulme uğradıktan sonra hicret edenler var ya, dünyada, Ben onlara güzellikler hazırladım.” buyuruyor Allah (celle celâluhu). İnşaallah, günümüzdekiler de gittikleri yerlerde, Güzeller Güzeli’nin (celle celâluhu) güzelliklerini anlatmak suretiyle, “Şimdiye kadar niye gitmedik?” dedirtecek şekilde, çok önemli bir misyonu edâ etmiş olurlar, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Hicret, bu. Cenâb-ı Hak, oralarda geniş imkânlar bahşeder, çok rahat hareket edebilirler.

Önemli olan, içinde bulunduğumuz konumu “rantabl” olarak değerlendirmektir. Şimdi buraya -min gayr-i haddin- çıkardınız. Ben buranın hakkını verdim veya veremedim, ayrı bir mesele. Fakat demek ki buraya çıkma bir şey ifade ediyor; öyle ise, buranın hakkını vermek lazım. Orada duran da, oranın hakkını vermesi lazım; şu mihraba geçen kimse de onun hakkını vermesi lazım; o minbere çıkan insan da oranın hakkını vermesi lazım.

Her konumun hakkını vermek lazım; her konumu, rantabl değerlendirmek lazım. Efendim, bunun açılımı şu: “Şimdi bu durumda daha ne yapılabilir? Bu imkânlar içinde daha ne yapılabilir?” مَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ “İstişare eden, haybet yaşamaz!” “Şimdi bu pozisyonda olan insan, ne yapabilir? Ne yapmalı ki, yarın ‘Keşke şunu da yapsaydım!’ dememeli!..” Ortak akla müracaat ederek, meşverete başvurarak, işte o yapılmalıdır. Bazıları öbür tarafa gidince, “Keşke, keşke!” diyecekler. “Yarınlarda ‘Keşke, keşke!’ dememek için, şimdi ne yapmalıyım?” demeli, konumunu rantabl olarak değerlendirmeli, Allah’ın izni ve inâyetiyle..

“Doğacaktır sana vaad ettiği günler, Hakk’ın,

Kim bilir, belki yarın; belki yarından da yakın.” (M. Akif)

***

“Mü’mine sadakat yaraşır, görse de ikrâh,

Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah.” (Ziyâ Paşa)

***

Zâlimlere bir gün dedirtir Hazreti Mevlâ,

Tallâhi lekad âserekellahu aleynâ” (Allah’ın kudreti bir gün zalimlere, Hazreti Yûsuf’un kardeşlerinin ona dediği gibi, “Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı.” (Yûsuf, 12/91) dedirtir.” (Ziya Paşa)

Vesselam.